19 Ağustos 2013 Pazartesi

Biz neredeyiz? - Ekrem Dumanlı




Biz neredeyiz?

Aslında her hadisenin geçmiş zaman diliminde bir izdüşümü var. Tarihin tekerrürden ibaret olması da bu yüzden. Tabii ibret alınırsa, ders çıkarılırsa… Ya hayat-ı Nebeviye? O da “mazi”ye dair bir destan olmakla birlikte, istikbale dair ibret levhaları taşımıyor mu? Mesela cesaret, sabır, teenni, zafer…
Hâşâ Allah Resulü hiçbir zaman korkmadı. Korkmazdı da. İlahî bir sıyanet altındaydı çünkü. Buna rağmen temkini, tedbiri, teyakkuzu elden hiç bırakmadı. Kâbe’nin içi putlarla doluydu; ama o gönüllerdeki putları kırabilmek için o nâhoş manzaraya katlanıyordu. Arada bir gençler, “Çıkalım sokağa, gürül gürül haykıralım.” diyordu. Samimi bir niyetti o. Ancak ne mekân ona müsaitti, ne zaman. Mekke müşrikleri öyle bir huruca dünden razıydı. Bir kıyam olsa da bir katliam yapsak havasındaydı zalimler. Lakin o Müşfik Rehber, zamanın ruhunu doğru okuyor, insanların kalplerine hitap ediyor, gönüllerin fethini ülkelerin fethinden önemli görüyordu. En acımasız işkencelere ailece maruz kalan Ammar bin Yasir’in şikâyetlerini gözyaşları içinde dinliyor, o muhteşem ailenin güzel delikanlısına sabır tavsiye ediyordu. Nitekim o sabır döneminde o güzel ana (Sümeyye) İslam tarihine ilk şehit kadın olarak geçiyordu.
En vahşi ambargo Mekke’de yaşandı. Peygamber ve arkadaşlarının dış dünya ile bağları kesildi; ticaret yapamaz, kız alıp veremez oldular. Ve hüzün senesi. Hatice Validemiz yokluk içinden varlığa kanatlandı. Baş hâmi vazifesini deruhte eden amca da vefat etti o sene. Yine de dayanmak gerekiyordu. Ruhlardaki seyr-u sülûk bitmeden fethi mübîn gelmeyecekti çünkü.
Ve hicret… 13 yıl süren o mezalim aslen ve neslen Mekkeli olan kişileri vatanlarından cüdâ düşürüyordu. Önce bütün dostlar daha emin beldelere gönderilmişti. Ardından en sıddık dostunu yanına alan İki Cihan Serveri, yollara düşüyordu. Yollara… Mağaralara… Çöllere… Suikast timleri elli çeşit senaryo yazarken ve kanlı emellerine ramak kalmışken o, “Mahzun olma. Allah bizimle beraberdir.” diyordu.
Mücbir sebepler olmasaydı kılıç kından çıkmazdı inanın; çünkü O, ölü kalpleri ihya için gelmişti. Ne var ki yüreği kapkara, vicdanı simsiyah bir zümre, o masum kitleye nefes aldırmak istemiyordu. Savaş zaruri olunca, “Yaşlılara, kadınlara, çocuklara, kendisini ibadet ü tâate vermiş ruhbanlara ve mabetlere ilişmeyiniz! Ağaçları yakmayınız! Hayvanlara dokunmayınız! Ve servetleri heder etmeyiniz.” buyurarak savaşıyordu. Bir de eman dileyenlere ilişilmemesini tavsiye ederek sulhun esas olduğunu öğretiyordu. Zaferle müjdelendiği savaşlar kaçınılmaz olunca zırhının üstüne zırh giydi, tedbir ve temkin dersi verdi.
Hele Hudeybiye, hele Hudeybiye! İhrama girip yola çıkmışlardı. Silahsızdılar. Sadece Kâbe’yi ziyaret etmek istiyorlardı. Ordular dikildi karşılarına. Kuşatılmışlardı. O müzakere yolunu seçti. Günlerce süren tahrik, tabii ki herkesin vicdanını kanatıyor, sabrını taşırıyordu; ancak o kuvvetler dengesinin olmadığı bir ortamda halkı mütegallip ve mütecaviz zalimlere karşı savunmasız duruma düşürmüyordu. Korkudan mı? Hâşâ!
En çetin dönemlerde diplomasiyi devreye soktu hep. Hudeybiye’de rencide edici çok şey yaşandı; ama o bir yandan sulh ile zaman kazanıp gönül seferberliğine devam etti; bir yandan da zalimlerin katliam yapmasına fırsat vermedi. Süheyl İbn-i Amr’ın anlaşma metninde yer alan “Resulullah” ifadesini silmek istemesi tabii ki rencide edici bir talepti. O yüzden Hz. Ali o ibareyi silmek istemedi; ancak o mübarek eller bizzat o mukaddes hakikati o anlaşma metninden çıkararak yeni bir sayfa açtı İslam tarihine. Şüphesiz insanlık tarihine de bir yeni dönemi muştuluyordu bu sabır ve tahammül… Gün geldi, devran değişti, gönüller fethedildi. Daha dün taşlarla, sopalarla, kılıçlarla kovuldukları Mekke’yi fethetti gönül fatihleri. Sevinmek en tabii haklarıydı belki de. Ne var ki Allah onlara şöyle seslendi: “Allah’ın yardım ve zaferi geldiği zaman. Ve insanların fevc fevc Allah’ın dinine dehalet ettiğini gördüğün zaman. Rabb’ine hamd ile tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O tevvabtır, tövbeleri çok kabul eder.” (Nasr Suresi).
Bu ne muhteşem bir zafer kültürü!
Tam zafer coşkusunun orta yerinde O, seni istiğfara, tövbeye davet ediyor. İslam’ın zaferi tövbe ile gelir de ondan. Zafer çığlığını Müslüman ancak secdede atar ve o çığlığı O’ndan başka kimse duymaz. O çığlık ki insanı benlikten, kibirden, istihkak düşüncesinden arındırır…
Ne diyor Mekke Fethi’nin kutlu şahitleri: Peygamber (sas) o kadar eğilmiş, o kadar eğilmişti ki alnı devesinin hörgücüne değiyordu. Hazreti Muhammed’in (sas) tevazuu o kadar derindi ki, insanlık tarihinde hiçbir muzaffer kumandan bu makama böyle mazhar olmamıştı. Görünen o ki onca badireyi aşmakla mükellef insanımız hemen her yola başvurarak kendine bir çıkış yolu arıyor. Çoğu kez de bulamıyor maalesef. Çünkü yol haritasını, asıl bakması gereken yerde değil, karanlık bir dehlizde arıyor.

Cesaret, feraset ile el ele vermeli ki hikmet ve kudret çıksın ortaya. Acı gerçek şu ki yeryüzünde hakkaniyet ve adalet dağıtacak bir merci yok. Zalim zulmüyle kendi sonunu hazırlar; o zulme takılıp umudunu ve azmini kaybeden de çağıyla hesaplaşamaz. Ne ağıt yakmak çaredir, ne beddua etmek. Ne güzel öğütlemiş o Muazzam Kitap: “Asra yemin olsun ki, insanlar ziyandadır. Ancak şunlar müstesna: İman edip salih amel işleyenler, bir de birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler.” (Asr Suresi) İşte reçete burada. İşte doktor orada. Ya biz? Gerçekten “helaket ve felaket asrının adamları” olan bizler neredeyiz? Asıl mevzu bu, gerisi angarya…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder