31 Ağustos 2013 Cumartesi

"Taa 1938 yılına kadar tedavüldeki banknotların eski yazılı olduğunu biliyor muydunuz?" - Engin Ardıç

Taksit taksit devrim

İşte kendileri söylüyorlar: 30 Ağustos, taa 1935 yılında bayram olmuş! Evet evet, ancak zaferin on üçüncü yıldönümünde... Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin taa 1935 yılının mayıs ayında çıkardığı bir kanunla.
Daha önceleri yalnızca Ankara, İzmir, Afyonkarahisar, Denizli ve Kahramanmaraş'ta kutlanırmış, yalnızca beş ilimizde. (Laf aramızda, Antep hemen "gazi" yapılmıştır ama Maraş'ın "kahraman", Urfa'nın da "şanlı" edilmeleri epey sonradır.)
Neden? Neden 30 Ağustos'u yurt çapında milli bayram ilan etmek ancak 1935 yılında akla gelebiliyor?
Hani, 19 Mayıs'ı bayram ilan etmenin de ancak 1938 yılında akla gelebildiği gibi... (Daha önce spor gösterileri var ama resmi bayram yok, kanunu Atatürk'ün ölümüne beş ay kala çıkarıyorlar!...)
"30 Ağustos'un resmi olarak Zafer Bayramı ilan edilmesi için 13 yıl geçmesi gerekti" diyorlar. Niçin gerekmiş? Sorun neymiş?
Her siyasi renkten her Türk'ün ortak zaferi, ortak kıvanç günü olan bu 30 Ağustos'un tam on üç yıl boyunca yalnızca beş vilayette kutlanmasının bir nedeni mi varmış? Niçin cumhuriyet kurulmadan, ya da hemen kurulur kurulmaz, ya da ertesi yıl ilan edilmiyor da on üç sene bekleniyor? Bir sakınca mı varmış? Yunanistan'a ayıp mı olurmuş?
Tarihçiler bizi aydınlatsınlar. 30 Ağustos'larda laga luga yapmak marifet değil, gazeteciler de yazsınlar.
Aksi takdirde ben konuşacağım...
Diyeceğim şudur: Haaa, demek ki, otuzlu yıllarda Ankara rejiminin "karakteri" değişmiş... 1923 yılında başka bir Türkiye, 1933 yılında daha da başka bir Türkiye varmış.
Ankara'yı ve Türkiye'yi, 1931 yılından başlayarak "Mussolini eğilimli bir zihniyet" teslim almış... Bu zihniyet, Ankara'yı ele geçiren İsmet İnönü ve Recep Peker zihniyetidir. İyice yerleşmek için de Atatürk'ün hastalığını, zayıf düşmesini beklemiştir.
Elbette 1925 yılında her türlü çatlak sesi susturan Takrir-i Sükûn Kanunu'yla, 1930 yılında Serbest Fırka'ya önce izin verilip sonra kendi kendini feshetmeye zorlanmasıyla bu değişikliğe çanak tutulmuş, dünya ekonomik krizi patlayınca da daha kesin uygulamaya geçilmiş...
Bu arada, daha önce gerek görülmeyen birtakım bayramlar da icat edilmiş...Meclisin açılmasının yıldönümü bile "çocuk bayramı" yapılarak sulandırılmış...
Bu ne biçim devrim rejimidir ki, şapka giydirmek için iki sene, yazıyı değiştirmek için beş sene, soyadı vermek için on bir sene, kadınlara seçme ve seçilme hakkı sağlamak için on iki sene bekler?
Bu ne biçim devrimdir ki, önce eski yazıyla banknot bastırıp hemen ertesi yıl yazıyı değiştirir, fakat yeni yazıyla yeni banknot bastırabilmek için de on sene bekler ve on sene boyunca vatandaşın cebinde "kanunen yasak olan eski yazılı" banknotlar bulunur, ödemelerini bunlarla yaparak en başta devlet kendi yasasını kendisi çiğner?
Taa 1938 yılına kadar tedavüldeki banknotların eski yazılı olduğunu biliyor muydunuz? "İkinci emisyon" tabir edilen yeni yazılı banknotlar ancak Atatürk'ün ölümünden kısa bir süre önce, hatta çoğu da (büyük kupürler) ölümünden sonra piyasaya çıkarılabilmiştir!
Bilmiyordunuz. Hele sabredin, daha neler öğreneceksiniz...

http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/ardic/2013/08/30/taksit-taksit-devrim

30 Ağustos 2013 Cuma

Ermenistan’da dolmuş direnişçilerinin zaferi



Erivan Belediye Başkanı Markaryan, 15 yıldır zam görmemiş dolmuş fiyatlarını, 100 dramdan (50 Türk Kuruşu) 150 drama (75 TK) çıkaracağını açıkladığında, ülkede deyim yerindeyse fırtınalar kopmaya başladı.
15 yıl boyunca, doğalgaz, elektrik, benzin 4-5 kez zamlandığı halde, genel toplu taşıma aracı olan dolmuşlara zam yansıtılmamış, hatta Markaryan seçilmeden önce “Dolmuşlara zam yapılmayacaktır.” şeklinde söylemleriyle halka mavi boncuk dağıtmıştı.
Erivanlılar 2011'de, Abovyan Caddesi'nde, mağazalara yenileri eklenmek arzusu ile kaldırımlar üzerine metal konstrüksiyonlar ile inşa edilmiş, birkaç yıldır faaliyette olan, “geçici mağazaların” yıkılmasını talep ettiler. Dedikodulara göre belediye başkanına, milletvekillerine ve bu gibi kimselerin akrabalarına ait bu mağazalar bir kısım çevreci, bir kısım “şehrimiz çirkinleşiyorcu” ve bir kısım da çevreci kisvesine bürünmüş “Levon Ter-Petrosyancı” ve genel “muhalifler” tarafından ortaya atılan “yolsuzluktur yıkılacaktır” bastırmaları ile yıkıldı. Gerçekten Abovyan Caddesi daha da güzelleşti, daha da yeşillendi...
Kısa bir süre sonra, şehrin ikinci en önemli caddesi olan ve adını Ermeni alfabesinin yaratıcısı olan Maşdots'tan alan Maşdots Caddesi'ndeki park içinde bir gecede daha yeni ve daha şık “kaçak yapılaşmaya” başlandı. Göstericiler 2012'nin Şubat ayında günlerce Maşdots Parkı'nda yatıp kalktılar, konulan camları yerlere indirdiler, çalışan işçileri bezdirdiler. Çadır, çarşaf ortalığa dökülen kalabalık, seçim sonuçlarını tanımayan ve ayaklanan “1 Mart” yürüyüşlerini hatırlatmış olacaklar ki, Sarkisyan parka gelip, dükkanlara şöyle bir bakıp, belediye başkanına, “Taron, bunlar burada güzel olmamış, sen de görüyorsun yahu, yık şunları” demiş, konu kapanmıştı. Maşdots Parkı o günden beri Erivan'ın Hyde Park'ı durumunda, ne zaman konuşulması gereken bir şeyler olursa, gösteri ya da eylem yapılacaksa bu parkta filizlenmekte...
Gerçekten sağduyulu gençler ve gençleri kullanmaya çalışarak hükümeti zayıflatmayı amaç edinenler bu olaydan sonra, ilk defa “seçilmediği halde yöneten” hükümeti de dizginleyebileceklerini anlamışlardı ya da en azından, hükümet “hatırı sayılır dostlara” bile ait olsa, 10-15 mağaza için seçim öncesi gerginlik çıkmaması gerektiği kanısına varmıştı. 
20 Temmuz'da, 150 drama çıkartılan toplu taşıma ücretine de karşı çıkışlar kuşkusuz bu ruh ile başladı, fakat beklenmeyen bir şekilde genişledi, büyüdü, toplumun her kesiminden taraftar buldu, televizyonlarda görmeye alışık olduğumuz “hali vakti yerinde” ünlülerin, hatta mesaisi dışında polis ve emniyet görevlilerinin bile katıldığı bir inisiyatif haline geldi.
Başı çeken öğrenciler oldu, karara karşı gelerek belediye binası karşısında zammın ilk açıklandığı gün pankart açıp, eylemlere başladılar. “100 dram ödeyeceğiz” sloganıyla yollara düşen gençler, sokaklarda insanlara  “sakın 150 dram vermeyin, bizim paramızla onları zengin etmeyin” çerçevesinde telkinlerde bulundular. Gezi Parkı'nda olduğu gibi gençlik sosyal paylaşım sitelerinden yararlandı, esprili pankartlar hazırladı. Maşdots Parkı'nda ‘polis ve diğerleri ile nasıl baş edilir” dersleri hazırlandı, küfür kullanılmayacağı, kaba hareket edilmeyeceği, sadece gülümseyerek “fazlasını ödemeyiz” deneceği kararlaştırıldı.
Çoğu kez, gençlerden dolmuşa sadece denetleme olarak binenler ve 150 dram verenleri uyarıp, “benim paramı çalıyorsun, lütfen yapma” diyenler oldu. Bu sahneler karşısında komünizm özlemi ile yanıp tutuşan, kapitalizm düşmanı yaşlı dedelerinin bile gözünü yaşartarak onlara “bu gençler varken, korkmayız artık” gibisinden cümleler dedirtti.
Arabası olan birçok kişi, internet üzerinden evden çıktıkları ve dönecekleri saatleri, geçecekleri güzergâhı ve varacakları noktayı belirleyen ilanlar ile bir “car pool” oluşturuldu ve tanıdık-tanımadık herkes gözle görülür ve inkar edilemeyecek bir dayanışma içine girdiler. Dolmuşu tüm gün çalıştırabilecek maliyeti karşılayabilen bazı kişiler, tüm gün için ödeyip, dolmuşların ücretsiz çalışmalarını sağladılar. O günlerden akla kalan en çarpıcı görüntü ise, Erivan'da “iyi oğlan” denilen,  sokak okulunda yetişen, “delikanlı” bir çocuğun “tesbihimi bırakıp, pankart açmaya geldim, yazık halkıma” çıkışıydı.
Gençlerin organize ettiği ve katıldığı bu protestolar 5 gün içinde belediye başkanının kararı askıya alması ve 100 dram ile devam edilmesi ile sonlanmadı. Gençler hâlâ rüşvetçilik, yolsuzluk ve halka kötü muameleden dolayı Belediye'nin “toplu taşıma bölümü” başkanının ve yine belediyeye ait olan “Erivan-Trans” müdürünün istifalarını istiyorlar.
Gençlerin tavırlarından ziyade otoritelerin duruşlarındaki benzerlikti şaşırtan. Belediye başkanının camdan bakıp “Üç kişi istifa diyor diye, işten çıkaracak değiliz.” şeklindeki beyanı gençlerde tam olarak bir “çapulcu bunlar” etkisi yarattı. O andan itibaren “Üç kişiden biri de benim” yazılı pankartlar meydanları doldurur oldu. Markaryan için özel 50 şeklinde bir pasta yaptırılıp “Ye ve doy” şeklinde sloganlar atıldı.
Ermenistan'da durum Türkiye'de olduğundan farklı cereyan ediyor. Halk ilk olarak “yönetilenleri” seçmediğinden, seçimlerin büyük bir yolsuzluk olduğundan dolayı büyük bir kızgınlık duyuyor, kısaca konu “demokraside sandık yeter mi yetmez mi” noktasına bile gelemiyor. Temel benzerlik daha gözükmeyen bir yerde belki de: açık yürekli, modern, direnişçi ama bir o kadar da siyasi duruşu belirsiz ve dünyanın kendi etraflarında döndüğünü sanan gençler ve bu bir yanı ile “şımarık” fırsattan bir  “hükümeti devirme” süreci yaratmaya çalışan, artık başka siyasi manevrası kalmamış güçlerin bu gençleri kendine ümit görüp “zaten hep böyle olur, olmadık bir şeyden çıkar ayaklanmalar” nakaratları.
Son  yıllarda, Ermenistan'daki çarpıklıkları, Kafkas ülkelerinin temel sorunu ve artık sistemin omurgasını oluşturan rüşvetçiliği, yolsuzluğu, hemşehriciliği, yanlış dış politikaları çok fazla da önemsemeyerek,  gençliğin ana gündeminin “sadece kendisi” olduğunu, sosyal ve siyasal gelişimini kendi hayat tarzını öne çıkaran bir mikro perspektiften yola çıkarak doyurduğu ortaya çıkıyor. Aynı Gezi Parkı'nda da gördüğümüz gibi hakkını aramak konusundaki azim, özel hayata müdahaledeki hassaslık, özgürce yaşama isteği denemeleri ve talepleri çok yerinde ve anlaşılır. Fakat bu talepler sadece “kendi hayat tarzları ve rahatları” ile kısıtlı olup, diğer konulara duyarsızlık ile devam edip siyasal bir altyapı ile desteklenmez ise kaba ve ilkel bir tanımda siyaseten ısrarlı hükümetler karşısında bile, şehrin “çakal” abileri tarafından kullanılan “ergen” hareketi olmanın dışına çıkamayacaktır.

*Ermenistan'da yaşayan araştırmacı, yazar.

Büyük kırmızı telefon’un jübilesi


Bundan 50 yıl önce, 30 Ağustos 1963’te, Sovyetler Birliği ve ABD liderleri arasında telefon hattı çalışmaya başladı. Gazeteciler bu hatta ilgi çekici “Büyük kırmızı telefon” adını verdiler. Aslında Moskova-Washington arasındaki sıcak hat, o dönemin yaygın iletişim aracı sıradan bir teleprinteri andırıyordu.

Atlas Okyanusu’nun dibinden, iki ay gibi rekor sayılabilecek kısa bir sürede kablo döşendi. Londra, Kopenhag, Stockholm ve Helsinki’yi de içine alan güzergâh 10 bin kilometreye uzanmıştı. Moskova-Washington ve Washington-Moskova istikametinde enformasyon yazılı şekilde iletiliyordu. Metinlerin deşifresi ve tercümesini her bir taraf kendisi yapıyordu. Rusya’nın ABD ve Kanada Enstitüsü Müdür Yardımcısı Pavel Zolotaröv anlatıyor:

“Kırmızı telefon, iki ülkeyi, daha doğrusu tüm dünyayı nükleer savaş eşiğine getiren 1962 Küba füze krizine bir tepki olarak kuruldu. Buna benzer kriz durumlarından kaçınmak için iki devlet yöneticileri arasında doğrudan iletişime ihtiyaç vardı.”

Gerçi ilk dört yılda devlet liderleri bu iletişim hattını kullanmamıştı. İki ülke uzmanları, düzenli olarak birbirine karmaşık metinleri göndererek hattı ustalıklarını geliştirmek için kullanıyordu. Nihayet 5 Haziran 1967 yılında dönemin Sovyet Başbakanı Aleksey Kosıgin sıcak hattın olduğunu hatırlamış. 5 Haziran 1967’de Arap-İsrail savaşı başladı. ABD Başkanı Lyndon Johnson, sabah erken alarm gibi uyandırılmıştı. Sovyet tarafı, kırmızı telefon vasıtasıyla tüm dünya için tehlikeli olan bu krizi durdurmak için yardım istiyordu.

Hat, 1971 yılında uydu bağlantısıyla güçlendirildi. Ardından faks da eklendi. 1991’de doğrudan telefon bağlantısı kuruldu. 2008’de ise yeni optik fiber Transatlantik kablo döşendi.

Uzmanlar, sıcak hatla yapıcı diyalogun başarılı bir örneği olarak Vladimir Putin ve George W. Bush arasında 11 Eylül 2001 tarihinde yapılan görüşmeye işaret ediyor. Bu görüşmelerin ardından terörle mücadele alanında işbirliği gözle görülür şekilde aktifleşmişti.

22 Ağustos 2013 Perşembe

İran’a ambargo faksla deliniyor! - Sefer Levent


Biliyorsunuz İran’a ABD’nin uyguladığı ekonomik ambargo var.

Buna Türkiye de dahil birçok ülke destek veriyor. ABD’nin belirlediği ürünler ve koşullar hariç bu ülkeye mal satışı ve alışı yasak. İzin verilen ürünlerin satılması veya alınması da belirli bir izin aşamasından geçiyor. Buna uymayan şirketler ya da şahıslar tespit edildiğinde ağır yaptırımlarla karşı karşıya kalıyorlar. ABD’nin geniş bilgi alma ağı sayesinde ambargo duvarını aşarak ticaret yapmak neredeyse imkansız.
Hele para transferi mümkün değil. Dünyada bankalar arasında fon transferi SWIFT adı verilen online bir uygulama ile sağlanıyor. Dünyanın önde gelen banka ve finansal kuruluşları arasındaki para transferine aracılık eden SWIFT, 200 ülkedeki 7200 kuruma hizmet veriyor. Aralarında Türk bankalarının da bulunduğu bu kurumların hepsinin birer SWIFT kodu var. SWIFT Belçikalı bir şirket. Ancak veri bankasının ABD topraklarında olması nedeniyle 2001’deki terör saldırılarının ardından Washington’un bilgi paylaşımı konusunda bu şirketi ikna ettiği biliniyor.
Kısacası İran’a para transferi sıkı takip altında.
Ancak, Türkiye’de SWIFT engeli aşılıyor ve İran’la Türkiye arasındaki para köprüsünün çalışmasını sağlıyor. Peki ama nasıl?
Yer İstanbul. Bankacılık açısından hareketli bir semt. Bir yatırım bankasının şubesinin giriş katı. Genç müşteri temsilcisi “Hoş geldiniz, buyurun” dedikten hemen sonra müşteri olarak bankaya gelen Türk hemen soruyor:
“İran’a bir mal satışı gerçekleştirdim. Faturası elimde. Para tahsil etmem gerekiyor. Sizin yapabileceğinizi söylediler, mümkün mü?Genç bankacı, mümkün olduğu söylüyor ve ekliyor:
“Belirli bir komisyon (yüzde 4+5) karşılığında bunu yapabiliyoruz. İsterseniz İran’a para da gönderebilirsiniz.” Müşterinin ‘ambargo’ hatırlatması yapması sonrasında ise sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Karşı tarafta muhatap bir banka var. Sizin göndereceğiniz paranın tutarını, ne karşılığında gideceğini, kime gideceğini bu bankaya faksla bildiriyoruz. Onlar da ödemeyi sizin istediğiniz kişiye anında yapıyorlar.Size para gönderilmesi durumunda İran’daki banka bize aynı şekilde faksla bildirimde bulunuyor. Merak etmeyin, konu gizli kalıyor.”Karşı taraftaki İran bankası ile anlaşma yapılmış. Aslında arada fiili bir para transferi yok. Sistem çift yönlü çalışıyor. İki banka arasındaki alacak verecek muhtemelen ABD’nin ambargosunu uygulamayan bir üçüncü ülkede hallediliyor. Yani belirli dönemlerde iki banka arasında kalan bakiyeler bu üçüncü ülke üzerinden Türkiye ya da İran’a aktarılıyor. Ya da arada para değil bir tür mal alışverişi gerçekleşiyor.
Bir yıl önceye kadar isteyene para miktarı konusunda sınırlama olmaksızın uygulanan bu yöntem ambargonun sıkılaştırılması ile şimdi belli ki daha dikkatli yapılıyor. Yani artık herkese uygulanmıyor.
Olayın Merkez Bankası, BDDK boyutu nasıl? Gelen, giden paralar bilgisayara yani bankacılık sistemine giriyor mu, yoksa faksta mı kalıyor?
Bunları bilmiyoruz. Bildiğimiz, İran’a ambargo faksla deliniyor...

Tuncay Güney: "Elhamdülillah Müslüman değilim. Tanrı’nın İsrail’i için çalışıyorum"

Fatma Aksu / Toronto


"Sizden daha lüks takılıyorum. Bir takımı satsam 5 bin 7 bin dolar eder. Bunun gibi 20 tane gösterebilirim. Bu saat 5 bin dolar. 20 tane var. Lüks hayatı seviyorum. Ama söylendiği gibi arkamda bir CIA, MOSSAD, MİT yok. Ama paralar geliyor, nereden geldiğini ben de bilemem."
275 kişinin yargılandığı Ergenekon davasının kilit ismi Tuncay Güney, Kanada’nın Toronto kentinde yaşadığı, yıllık kirası 15 bin dolar olan evinin kapılarını ilk kez Hürriyet’e açtı. Kendisini “Ergenekon’un soğuk mührüyüm” diye tanımlayan Güney, şehir merkezinde, giriş ve çıkışları özel güvenlik kameralarıyla denetlenen 1.500 dairelik bir sitede, bir oda bir salon, küçük bir mutfak, banyo ve balkondan oluşan 65 metrekarelik evde yaşıyor. Yatak odasında asılı duran İsrail bayrağı altında uyuyor. Güney, Toronto’da Beth Israil Center adlı bir Yahudi okulunda haham olarak Tevrat dersleri veriyor. Burası aslında MOSSAD’ın “Underground haham”larının yetiştiği bir istihbarat okulu. İçeride fotoğraf çekmek yasak. 20 kadar öğrenciye ders veren Güney’in yetiştirdiği öğrenciler 8 ay ile 1 yıl arasında sıkı bir eğitim görüyor.

RUHTA YAHUDİYİM
2001 yılından beri yurtdışında yaşayan Güney, Kanada’da vatandaşlık aldığını, oturma ya da seyahat sorunu olmadığını söylüyor. Allah’a inanıyor. Hangi dine mensup olduğu sorulduğunda “Elhamdülillah Müslüman değilim. Ben Tanrı’nın İsrail’i için çalışıyorum. Ruhta Yahudiyim” diyor. Boynunda, İsrail yazılı altın kolye, kolunda da “Daniel” yazılı künye taşıyor. Kendisiyle Toronto şehir merkezinde bir kafede buluştuk. Üzerinde şık giysiler ve pahalı takılarla geliyor yanımıza. Kolunda seramik kordonlu saatinin değerinin 5 bin dolar olduğunu ve bunun gibi 20 saati daha olduğunu söylüyor. Burberry’den giyiniyor. “Bu lüksü Türkiye’de nerede bulacaktım” diyen Güney’le, kahve sohbetine daha sonra evinde devam ediyoruz. Nasıl geçindiğine gelince, “Tanrı’nın yardımlarıyla” diyor. “Allah rızıklandırandır. 14 yıla geliyorum. Ele güne muhtaç olmadık, Allah yine kimseye muhtaç etmesin” diyerek, kolundaki saati ve altın künyelerini gösteriyor: “Sizden daha lüks takılıyorum. Bir takımı satsam 5 bin 7 bin dolar eder. Bunun gibi 20 tane gösterebilirim. Bu saat 5 bin dolar. 20 tane var. Lüks hayatı seviyorum. Ama söylendiği gibi arkamda bir CIA, MOSSAD, MİT yok. Ama paralar geliyor, nereden geldiğini ben de bilemem.” Güney, görevi gereği Kanada yasasına göre bağış da toplayabiliyor.

KİRASI KURUMDAN
Kirası çalıştığı kurum tarafından ödeniyor. Fazla eşyayı sevmiyor. Salonunu, Seyit Kutibi’nin İslami Etütler kitabından Karl Marx’a, Hasan Cemal’den Dan Brown’a ve hakkında yazılan kitaplardan oluşan küçük bir kütüphanesi, sürekli güvenlik kameraları görüntülerinin açık olduğu ve bilgisayar ekranı olarak da kullanılan televizyon, deri koltuk takımı, üzerinde Mısır mitolojisini anlatan kedi figürlü firavun heykeli, sehpada köpeklerin üzerinde duran yılan başlıklı bıçak, duvarda çamurlu bir el içindeki Davut yıldızı fotoğrafından ibaret. Mutfakta, yemek ocağı ve üzerinde “Şabat”larda  mum yakılan bir Yahudi Şamdanı bulunan bir buzdolabı ile duvarında mantar pano bulunuyor. Yatak odasında ise başucunda “Altında uyumak başka bir mutluluk dediği” İsrail bayrağı asılı. Evde güvenlik alarmı var. Kapının dışında, bütün Yahudi evlerinin girişinde bulunan “Mezuza” atlı Yahudi duası göze çarpıyor. Toronto’da yaptığı işin karşılığı olarak ayda 5 bin dolar alan ve kendisine özel şoförlü bir de araç tahsis edilen Güney, “Camide imamlık görevi verdiler de ben mi yapmadım. Bana camide imam olacaksın deselerdi, camide imam olurdum” sözleriyle, kendisini eleştirenlere göndermede bulunuyor.

Kralı dokunamaz

“Tehdit aldınız mı hiç?” sorusuna, tehditle yanıt verip meydan okuyor: “Bu komplolar üzerine bizim de kendimize göre çalışmamız oldu. Bunları göğüslüyoruz. Ama bana karşı fiziki bir saldırının bedeli herkes için çok acı olacaktır. Bunu karşılıksız bırakmayız. Şunu söylüyorum. Kralı bana dokunamaz. 2007 yılından, 2013’e geldik. Tuncay Güney için yaprak kımıldamayacak. Biz de onların buradaki kendi adamlarına öyle bir saldırıda bulunuruz ki, evlerindeki tüllerinin arkasından bakamazlar. Perdelerini kıpırdatamazlar. Böyle bir saldırının ne getireceğini kendileri de bilir”.

5 yıl daha yatarlar
Ergenekon davasının sonuçlarını değerlendiren Tuncay Güney, acaba vicdanen rahat mı? İlker Başbuğ’un aldığı ceza hakkında ne düşünüyor? Cezaları ağır buldu mu? Ergenekon deşifre edildi mi? 1 numara kim? İşte yanıtları:

Bu beklenen bir şeydi. 5 yıl yattılar, bir 5 yıl daha yatarlar. Bu insanları müebbet olarak hapislerde tutamazsınız. Eğer savunma yapmasalardı halkın gözünde kahraman olurlardı. Mahkemeyi kilitlemelisiniz. Hiçbiri savcılıkta ifade vermeseydi, dosya mahkemeye gitmezdi. Mahkemeyi kilitleyebilirdiniz... Zaten yatacaksınız. Savunma yapsan da yatıyorsun, yapmasan da. Türkiye’de adalet aramak, genelevde bakire kız aramaya benzer. Neyin adaletini arıyorlar bilmiyorum. Ergenekon bir terör örgütü değil, sistemin, rejimin kendi teşkilatı. Bu sistem kendi mitolojisini, efsanesini yargıladı. Cezalar tabii ki ağır. Zaten bekliyorduk. Benim için sürpriz olmadı. İnsanlar sorguluyor, çünkü neyin ne olduğunu bilmiyor. Halk bu olayın yüzde 1’ini, mahkeme yüzde 5’ini biliyor. Mahkeme de bilmediği bir şey üzerine müebbet verdi zaten. ‘Bu Ergenekon neydi?’ deyin, hiçbiri bir açıklama yapamayacak. ‘Ergenekon bir terör örgütü’ demek bir haksızlık. ‘Ergenekon bitti demek’ de bir hayalperestlik. Bazıları zafer sarhoşluğunda. Buzdağının görünen bir kısmı sadece. İçeridekiler için tamamen haksızdırlar diyemem. Beni önce kara kutu diye servis yaptınız, sonra maçtan çıkardınız. Beni diskalifiye ettiler. Sistem beni çıkarmak istedi. Ergenekon’dan yargılananların ve Ergenekon’a karşı olanların hemfikir olduğu bir şey vardı: Tuncay Güney’i maçtan çıkaralım. Ve çıkardılar. Sonuç müebbetti, müebbet oldu işte.  Ben tanık olmadım. Gizli tanık da olmadım. ‘Sen bize tanıklık için başvur’ dediler. ‘Uluslararası Tanıklık Yasası’nı uygulayın o zaman’ dedim, uygulayamadılar. Eğer uygulamış olsalardı, bugün cezaevindekiler içeride olmamış olabilirlerdi.

1 numara yoktu Başbuğ’u koydular

İlker Başbuğ’un neden yargılandığını bilmiyorum. Daha doğrusu, Ergenekon mahkemesi neyi aydınlattı? Faili meçhul cinayetler çözüldü mü? Bu insanları da neden yargıladıklarını da bilmiyoruz. Ergenekon’un ortada 1 numarası yoktu. Üst düzeyde birisi yoktu. İlker Başbuğ’u koydular. Okey tamamlanmış oldu. Ergenekon’a lider lazımdı. Aldılar Genel kurmay Başkanı’nı, adamın başını yaktılar. Ergenekon bir Batı Çalışma Grubu da değildir. Ergenekon, rejimin ve sistemin kendisidir. Ergenekon, Ergenekon’la gizlenmiştir, Ergenekon deşifre edilmemiştir. Ergenekon, reforme etmiştir kendini. Ergenekon’un bir kolu suç. Günaha bulaşmıştı. Miladı dolmuştu. O kolu kestiler. Bu, buzdağının sadece görünen kısmı. Şimdi vesayet değişti. Yargı mitolojisini, yani hukuk, efsanesini cezalandırdı.

Tuncay Güney kimdir?

Farklı medya kuruluşlarında gazetecilik yapan 41 yaşındaki Tuncay Güney, 02 Mart 2001’de çalıntı bir aracı İstanbul da satmaya çalışırken, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlar Şubesi’nce yakalandı. Şubenin o dönemki müdürü Adil Serdar Saçan ve ekibi tarafından sorgulanan Güney’in evinde yapılan aramalarda, Ergenekon davasının temelini oluşturan 6 çuval belge bulundu. Belgeler arasında, örgütün şeması da ele geçirildi. Emniyette kamera karşısında verdiği ifadelerde başta Veli Küçük olmak üzere birçok asker, siyasetçi ve bürokratı Ergenekon’a üye olmakla suçlayan Güney, bu iddiaları, katıldığı birçok televizyon programında da tekrarladı. Güney, Ergenekon davası kapsamında ifadeye çağırılınca, 2009 yılında Kanada’ya kaçtı. Halen Kanada’da hahamlık yapan Güney, daha sonra emniyette verdiği ifadelerin doğru olmadığını ve Adil Serdar Saçan ile ekibinin kendisine işkence yaptığını iddia etmişti. Ergenekon davasının karakutularından biri olan Güney hakkında, CIA ajanı, MİT çalışanı, Cemaat üyesi, İsrail ajanı olduğu gibi iddialar sık sık gündeme gelmişti.


21 Ağustos 2013 Çarşamba

Erdoğan'ı kınayan ABD'ye yanıt


Başbakan Erdoğan'ın "Mısır'daki darbenin arkasında İsrail var" açıklamasını kınayan ABD'ye AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Salih Kapusuz'dan yanıt geldi.
ABD'yi "İsrail'in avukatı" olmakla suçlayan Kapusuz, Beyaz Saray sözcüsünün açıklamasını "suç ortaklığı psikolojisi" olarak nitelendirdi.
Kapusuz, Twitter hesabından paylaştığı mesajlarda şu ifadelere yer verdi:
"ABD,İsrailin avukatlığını yapmış Başbakanın açıklamasını kınamış. Darbeyi kınamayan ABD'nin açıklaması bizim nezdimizde bir anlam ifade etmiyor.
Ayrıca ABD'nin alelacele hareket edip İsrail'den önce bize cevap vermesi bir suç ortaklığı psikolojisinden kaynaklansa gerek.
Türkiye yalnız da olsa Mısır'daki katliamın sona ermesi için çaba gösterecektir. Türkiye güçlü bir ülkedir, hiçbir gücün dayatmasına boyun eğmez."
Başbakan Erdoğan AK Parti Genişletilmiş İl Başkanları toplantısında "Mısır'daki darbenin arkasında İsrail var" ifadesini kullanmıştı.
Erdoğan'ın bu ifadesi ABD'nin tepkisini çekmiş ve Beyaz Saray Sözcüsü Josh Earnest, günlük basın toplantısında yaptığı açıklamada "Başbakan Erdoğan tarafından yapılan açıklamayı güçlü biçimde kınıyoruz" demişti.

ABD: Erdoğan'ın açıklamasını kınıyoruz


Başbakan Erdoğan'ın "Mısır'daki askeri darbenin arkasında İsrail var" sözlerine ABD'den tepki geldi.
Beyaz Saray Sözcüsü Josh Earnest, günlük basın toplantısı sırasında Mısır'da yaşananlara değindi.
ABD'nin Mısır'a yardımlarının gözden geçirilmesi süreci devam ettiği için, hala bazı yardımların Mısır'a gittiğini veya gidebileceğini açıkladı.
Sözcü Earnest'e, Erdoğan'ın İsrail'le ilgili sözleri soruldu.
"Başbakan Erdoğan tarafından yapılan açıklamayı güçlü biçimde kınıyoruz" diyen sözcü şöyle devam etti:
"İsrail'in bir şekilde Mısır'daki son olaylardan sorumlu olduğunu belirtmek, nahoş, ispat edilmemiş ve yanlış. Bu tür açıklamalar sadece, bölgedeki tüm ülkelerin, dünyadaki birçok öncü ülkenin, Mısır'daki tehlikeli ve akışkan durumu ele almak için yapıcı diyaloğa doğru birlikte çalışması yönündeki acil gereksinime yönelik dikkati dağıtır."

"Mısır’daki olayların arkasında İsrail var"


Başbakan Recep Tayyip ErdoğanMısır’daki gelişmelerin ve darbenin arkasında İsrail’in olduğunu iddia ederek, “Mısır’da ne diyorlar: Demokrasi, sandık değildir. Arkasında neresi var? İsrail var. Elimizde belgesi var, 2011 seçimleri öncesinde Fransa’da yapılan bir oturumda, Adalet Bakanı’yla, Fransa’dan bir entelektüel, o da Yahudi, aynen şu ifadeyi kullanıyorlar: ‘Mısır’da Müslüman Kardeşler seçimi kazansa da onlar kazanamayacaktır, çünkü demokrasi sandık değildir. Aynı uygulama o. O zaman batının demokraside bir defa tanımı yakalaması lazım, öğrenmesi lazım” dedi.


http://siyaset.milliyet.com.tr/misir-daki-olaylarin-arkasinda-isra/siyaset/detay/1752540/default.htm

Hüsnü Mübarek'in serbest bırakılmasına karar verildi


Ajanslar

20 Ağustos 2013 Salı

Washington'ın Mısır'da gerçek bir demokrasi isteyip istemediği oldukça şüpheli - Jonathan Steel - The Guardian

Batı'nın Mısır'daki etkisi demokrasi isteği ile sınırlı




Önce ülkenin seçilmiş cumhurbaşkanını ve onlarca meslektaşını hapse atarak hareketin boynunu vurdular. Sonra radyo ve televizyon istasyonlarını kapatarak susturdular. Daha sonra camilere saldırıp sokaklarda protesto eden yüzlerce destekçiyi katlettiler. Şimdi de illegal ilan ederek ve üye olmayı suç haline getirerek hareketi ortadan kaldırmayı planlıyorlar.
Mısır'da ivme kazanan askeri darbenin zalimliği nefes kesici. Dünya, askerlerin Şubat 2011'de Kahire'nin Tahrir Meydanı'nda Mübarek rejimini protesto edenlerden daha zarar verici ve şiddet dolu olmayan göstericilere ateş açıp gaz sıkmasını dehşet içinde izliyor. Hüsnü Mübarek'in, protestocuların emniyet güçleri tarafından öldürülmesini engellememekten suçlu bulunmasının üstünden bir yıldan fazla geçti. Son günlerde yaşanan acılardan sonra acaba General Sisi daha mı az suçlu?
Yetkililer bir hafta önce uluslararası diyalog çağrılarını reddederek protesto kamplarının boşaltılma zamanının geldiğini söylediklerinde Batılı muhabirler bunun büyük ihtimalle su ve elektriğin kesilmesi, yiyecek arzının durdurulması ve kampların aşamalı olarak kuşatılması şeklinde olacağını söylemişlerdi. Askerin ve güvenlik güçlerinin başvuracağı zalimliğin farkına varmamışlardı.
Kendilerine liberal ve ilerici diyen binlerce seküler Mısırlının askeri baskıya destek vermesi trajediyi daha da kötüleştirdi. Bazıları, gerçeklere arkasını dönen ve Müslüman Kardeşler'i devleti yıkmaya çalışan bir avuç terörist olarak tanımlayan hükümet medyasının propaganda ataklarıyla kandırıldılar.
Muhammed Mursi'nin özgür seçimlerle, binlerce insan tarafından seçilmiş bir cumhurbaşkanı olduğunu unutmuş gibiler. Bazıları, Müslüman Kardeşler'in ilk yasaklanmasından bu yana medyada ve okul kitaplarında yer alan anti İslamcı yazılar ve imgelerle zehirlenmişler. Mursi'nin retoriği genellikle partizancaydı ama yaptıkları tek yanlı veya dar değildi, kabinesine birkaç Mübarek dönemi teknokratlarını atayarak orduyu yatıştırmaya çalışmıştı.
Ama seküler Mısırlıların askerî darbeyi desteklemesi ilk başta göründüğü kadar sürpriz değil aslında. Geçen yılki cumhurbaşkanlığı seçiminde Mursi'ye karşı kaybeden Ahmed Şefik hava kuvvetleri komutanı ve Mübarek'in son başbakanıydı. Oyların yüzde 48'ini aldı; bu, yüksek rakamlarda seküler ve orta sınıf Mısırlı Mübarek yönetiminin İslamcılardan daha güvenli olduğunu düşünmese Şefik'in ulaşamayacağı bir rakam.
Devamında gelişen olaylar sadece orduya yardım etti. Güç dengesini korudu. Mursi bir süre, generallere ekonomik ayrıcalıklarını ve devlet kaynakları üzerindeki kontrollerini kaybetmeyeceklerine dair söz vererek onları politikadan uzak tutmayı umdu. Ancak ordu geçtiğimiz sonbaharda ve kışta seküler güçlerle hareket etmeye ve bu güçleri İslamcıları yok etmekte kullanmaya karar vererek taraf değiştirdi. Nasır döneminden beri ordunun geleneksel pozisyonu zaten buydu.
Darbe iyi planlanmıştı. Müslüman Kardeşler yönetimine dair hoşnutsuzluk yaratılabilsin diye kaynaklar suni olarak geri çekildi. Eski devletin kontrolündeki sendikalar greve gittiler, bu ekonomiyi sabote etti ve insanları huzursuz hale getirdi. 2011'de Tahrir Meydanı'ndaki göstericilere karşı kullanılan polis kontrolündeki eşkıyalar tekrar harekete geçirildi.  Haziran ayı boyunca süren kitlesel eylemler için sahne hazırlandı ve bu eylemler askerin doğrudan müdahalesini tetikledi.
Darbe yapma ve Müslüman Kardeşler'i yok etme planı aylardır hazırlandığı için diyalog çağrısında bulunanlar naif kalıyorlar. Her iki tarafın dizginlenmesi söylemleri de beyhude. Müslüman Kardeşler'in halen milyonlarca destekçisi var ama travma geçirmiş haldeler ve geçen haftaki katliam nedeniyle yılgın durumdalar. Ordu asıl gücün kendisinde olduğunu gösteriyor.
Dış dünya, Mısır'a sivil yönetim ve seçimlere ve seçim sonuçlarına saygı duyulan az çok çoğulcu bir siyasetin getirilmesi için bir şey yapabilir mi? Ders vermek veya diplomatik kulaklara fısıldamak hiçbir işe yaramayacaktır. Washington'ın Mısır'da gerçek bir demokrasi isteyip istemediği oldukça şüpheli. 2011'deki Mübarek karşıtı protestolar karşısında oldukça şaşırmış ve o zamanki en kıdemli askeri yetkili olan General Hüseyin Tantavi'yi Mübarek'e istifa etmesini söylemeye ikna etmeden önce günlerce tereddüt etmişti. Olaydan sonra Mursi'nin görevden alınmasını desteklemiş ve John Kerry'nin sözleriyle ordunun “demokrasiyi yeniden inşa ettiğini” ileri sürmüştü.
Eğer Washington Mısır'da anayasal yönetimi gerçekten tercih ediyorsa ordunun atması gereken adımları açıkça sıralamalı: Mursi ve meslektaşları serbest bırakılmalı, Müslüman Kardeşler'e ait televizyon ve radyo istasyonları geri açılmalı ve ekim ayından geç olmamak kaydıyla cumhurbaşkanlığı, meclis ve kurucu meclis için seçimler açıklanmalı ve bu seçimlere Müslüman Kardeşler de katılabilmeli.
Bu adımların atılabilmesi için en ufak bir şans varsa bile sıkı bir baskıya ihtiyaç var. Obama Mısır'a verilen askeri yardımları hemen durdurmalı ve darbe liderleri bir hafta içinde harekete geçmezlerse seyahat yasağı ve kaynaklarının dondurulmasıyla tehdit etmeliydi.
Ama Washington'ın etkisi de isteği kadar sınırlı ve bu tarz bir politika tavsiyesi vermek sadece bunların gerçek dışılığını gösteriyor.
Mısır eğer diktatörlüğe geri dönmekten kurtulacaksa bunun için kendi insanlarının çözüm bulması gerekecek. Bir grup önde gelen seküler figür geçen hafta orduyu eleştirdi. Darbeyi destekleyen Selefi El Nur Partisi de yön değiştirdi. Aynı şekilde 6 Nisan hareketinde yer alan ilericiler de. Hatta bazıları ordunun acımazsızca ezdiği Müslüman Kardeşler'in oturma eylemlerinde yer aldı.
Şimdi tüm bu seslerin Müslüman Kardeşler'le ortak olması ve sivil yönetime dönmek için demokratik bir şemsiye grup oluşturması gerekiyor-ve eğer gerekirse yeni protestolar düzenleyerek. Aksi halde ordunun işi İslamcılarla bitince bu sefer sıra özgürlük ve adalet çağrısında bulunan seküler güçlere gelecek, aynı Mübarek yıllarında olduğu gibi.

*Bu makale The Guardian'da (18 Ağustos 2013) yayımlanmıştır.

Bakan yumruklayan adam neden tutuklanmadı? - Ahmet Hakan


BAŞBAKAN Yardımcısı Bekir Bozdağ’ı Hacıbektaş’ta yumruklayan o densiz adam, aslında tutuklanabilirdi.
Eğer yumruklama eylemini, Temmuz 2012’den önce gerçekleştirseydi.
Çünkü Temmuz 2012’ye kadar bu tür saldırılar, “tutuklama tedbiri uygulanabilecek suçlar” kapsamındaydı.
Ancak Temmuz 2012’de bir değişiklik yapıldı.
Bekir Bozdağ’ın da içinde bulunduğu hükümetimiz, Temmuz 2012’de “3. Yargı Paketi”ni çıkardı.
Pakette yer alan düzenlemelerden biri de şuydu:
“Sadece adli para cezasını gerektiren veya hapis cezasının üst sınırı iki yıldan fazla olmayan suçlarda tutuklama kararı verilemez”.
Paket, Meclis’ten Bekir Bozdağ’ın da verdiği oyla geçti.
Bu düzenlemeye göre...
Bir şüpheli eğer sadece adli para cezasını gerektiren bir suçtan yargılanıyorsa ya da hapis cezasının üst sınırı iki yıldan fazla olmayan bir suçtan yargılanıyorsa...
O şüpheli hakkında tutuklama kararı verilemez.
Bir kamu görevlisine yumruk atmak suçunun Türk Ceza Kanunu’ndaki karşılığı nedir?
Eğer kırık gibi ciddi sonuçlar doğurmamışsa en çok bir buçuk yıl hapis cezası...
Bu durumda Bekir Bozdağ’a yumruk atan şahıs için istenebilecek hapis cezasının en üst sınırı nedir?
Bir buçuk yıl.
Bu durumda hâkim, Bozdağ’ı yumruklayan şahıs için tutuklama kararı verebilir mi?
Veremez.
Çünkü Bekir Bozdağ’ın da içinde yer aldığı hükümetimiz, geçen yıl yaptığı yasa değişikliğiyle bunu imkânsız kıldı.
Şimdi gelelim Bekir Bozdağ’ın, kendisini yumruklayan şahıs hakkında tutuklama kararı vermeyen hâkimlerle ilgili yaptığı değerlendirmeye...
Şöyle diyor Bozdağ:
“Umarım bu kararı veren hâkimler, savcılar benim gibi yumruk yemez. Yumruk yediklerinde takip edeceğim. Bakalım ne yapacaklar?”
Bekir Bozdağ’a şunu söylemek isterim:
Takip etmenize gerek yok.
Eğer kendini bilmezin teki o hâkimlere yumruk atarsa sonuç değişmeyecektir: Yaptığınız yasal düzenleme nedeniyle o kendini bilmez de tutuksuz yargılanır.
Demek ki neymiş?
Hâkimleri suçlamadan önce kendi çıkardığın yasadan haberdar olacakmışsın.

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Necati Şaşmaz - Mısır Darbesi Videosu

Dünya bu diktatöre gülüyor


Mısır'da bir gazetenin "güçlü Sisi" portresi ortaya koymak için yaptığı propaganda çalışması dünyada alay konusu oldu. Gazetenin "Mısır Sisi'dir" sloganı, sosyal medyada "Curb your Sisiasm" (İçinizdeki Sisi'yi gemleyin) sloganına dönüştü.


Mısır'da 3 Temmuz'da Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'yi deviren Genelkurmay Başkanı Abdülfettah El Sisi, darbe karşıtlarının direnişini kırmak için sokakta katliam yapıyor. Sisi ise, iktidarını sağlamlaştırmak için ülkesindeki medyayı kullanıyor.
Mısır'da yayımlanan "Sout Al Ummah" gazetesi, Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı Abdülfettah El Sisi'nin halk arasındaki imajını düzeltmek için ilginç bir yönteme başvurdu.
Gazete "Mısır Sisi'dir" sloganıyla birinci sayfasında yayımladığı Genelkurmay Başkanı Abdülfettah el Sisi fotoğraflarıyla, "asker Sisi, işadamı Sisi, doktor Sisi, memur Sisi, vatandaş Sisi..." vurgusu yaptı.
"Sout Al Ummah" gazetesinin amatör propaganda çalışması, dünya çapında sosyal paylaşım sitelerinde ise alay konusu oldu.
Sosyal paylaşım sitesi Twitter'da gazetenin yayımladığı Sisi fotoğrafları, ABD dizisi "Curb Your Enthusiasm" dizisindeki "Larry David" karakterine benzetildi.
Dizinin afişi ile Sisi'nin fotoğrafları yan yana yayınlanarak, altına alaycı mesajlar yazıldı. Gazete, güçlü bir Sisi portresi ortaya koymaya çalışırken, dizideki "Larry David" karakteriyle tam bir zıtlık oluşturuyor.
"Curb Your Enthusiasm" dizisindeki "Larry David" karakteri dizide kadın kılığına da giriyor.

CIA, 1953 İran darbesini organize ettiğini kabul etti! - Aydoğan Vatandaş




Linç ve banallik - Orhan Kemal Cengiz


Bir dostumun yıllar önce söylediği ve fakat işte tam da yıllar önce söylediği için çöpe giden, fevkalade önemli bir sözü vardır: “Ben eleştiriye açığım, ama beni eleştirenlerin de dayağa açık olmaları gerekir!” Bu fevkalade önemli söz, bizim gençlik yıllarımızın kadir bilmez hayhayı içinde çöpe gitmişti. Halbuki dostum bu tür kıymetli sözlerini bu günler için saklasaymış, ne bileyim bir politik danışman falan olabilirmiş. Şu anda, eleştiriye duydukları alerjiyi bir türlü veciz şekilde ifade edemeyen bazı hükümet taraftarlarının imdadına yetişebilirmiş. Ama olmadı işte, tipik bir tutunamayan tavrıyla elinde ne kıymetli fikir varsa hepsini heba etti bu dostum. 

Beni son günlerde aldığım sayısız hakaret ve tehdit mesajının üzdüğünü zanneden arkadaşlarım fevkalade büyük bir yanılgı içindeler. Ben aldığım mesajlarda yukarıdaki gibi bir zekâ ve incelik görememekten dolayı kahroluyorum sadece. Mesela Twitter’daki titrinde ‘Başbakanlık sosyal medya danışmanı’ yazan birisi, “Seni egolarından öperim Orhanım” diye bir mesaj atınca ben Başbakanlık’ın sosyal medya ağının böyle bir zekâ ve çapa emanet edilme ihtimalinden dehşete düşüyorum. Gerçeklik duygum zorlanıyor. Bu hesap sahtedir herhalde diye düşünürken bir bakıyorum ki bu beyefendinin on binlerce takipçisi var. Yine, “Bu kadar takipçi de bir şey göstermez ki” diye kendimi avuturken bir bakıyorum ki Başbakan’ın o kanal senin bu kanal benim dolaşan bir danışmanı bu ‘sosyal medyacının’ bir mesajını retweet’lemiş

Sonra bir bakıyorum, AK Partili bir milletvekili yüz binlerce takipçisine “Orhan Kemal Cengiz denen provokatörü tanıyın” diye bir mesaj atmış. İnsan, tam da yapmakta olduğu şeyle bir başkasını suçlayan, bu kadar idraktan uzak birisinin milletvekili ve tanınmış bir politikacı olduğu bir ülkede yaşamaktan hicap duyuyor. Samimi olarak üzüldüğüm şey budur. Şimdi bu yazımdan da bir şeyler cımbızlayacağınızı biliyorum ama lütfen biraz zekâ ve espri katın bu yaptığınız işlere. Bizi, sizlerin mesajlarınızı işaret fişeği kabul edip, küfür ve hakaretleri üzerimize bocalayan taraftarlarınız üzmüyor; zekâ, idrak ve incelik yoksunu düşünce yapınız kahrediyor. 

Bu banal saldırıların sadece beni hedef aldığını zannederseniz yanılırsınız. Geçen gün mesela, Cengiz Çandar’ın yazısından Mısır’daki katliama ‘temizlik’ dediği ve dolayısıyla katliamı onayladığı sonucunu çıkardılar. Hemen arkasından da bir linç başladı sosyal medyada. Mekanizma şöyle işliyor: Bir kişi yazınızın başlığını ya da içinden bir cümleyi alıp bağlamından tamamen kopararak öfkeli kalabalıkların önüne atıveriyor ve hemen linç başlıyor orada. Hayatta bir tane bile yazınızı okumamış insanlardan sağanak gibi mesaj gelmeye başlıyor. 

Hükümeti eleştiren yazılar yazan hangi arkadaşımla konuşsam benzeri bir linç mekanizmasıyla karşı karşıya olduklarını görüyorum. Hakaret ve tehditler, ne oldukları belli olmayan insanlardan gelebildiği gibi, ‘AK Parti...’ titrini kullanan birilerinden de gelebiliyor. Belli ki bu işler bir yerlerde örgütleniyor. Hedefler seçiliyor. 

‘Hain’, ‘ajan’, ‘provokatör’ en çok kullanılan sıfatlar arasında. Bazı web sitelerinde bir yazınızla ilgili bir ‘haber’ çıkıyor ilk önce, arkadan sosyal medyada linç başlıyor. Bütün bunlar bende bir deja vu etkisi yaratıyor. Aynı linç metotları 2008’den önce Ergenekoncular tarafından kullanılıyordu. Aynı kavramlar, aynı metotlar, aynı cadı avı... Muktedirin kafası hiç değişmiyor bu ülkede, hep aynı şekilde tehdit ediyor, ötekileştiriyor. Hep aynı banallik... Ve insanı asıl olarak da bu banallik kahrediyor.


http://www.radikal.com.tr/yazarlar/orhan_kemal_cengiz/linc_ve_banallik-1146751