20 Haziran 2013 Perşembe

"Üç günlük ömrümüzü muhabbetle geçirsek olmaz mı?" - Markar Esayan

Demokratikleşme paketi, hemen şimdi!

Gezi krizinin sanırım akut dönemi sona erdi. 20 küsur gündür yaşadığımız kronikleşen bir kabus mudur, yoksa yeni devlet yapısının ve toplumsal barışın inşasını mı ima etmektedir? Buna başta hükümet olmakla birlikte, en küçük gruplardan bireye giden bir konsorsiyum karar verecek, yani bizler… Biraz olsun sakinleştiğimizi ve birbirimizi “duymaya” hazır olduğumuzu ümit ederek, bu konsorsiyumun büyükten küçüğe parçalarını inceleyerek gidelim diyorum.

Hükümet: Bu kriz hükümetin 11 yıllık iktidarının en büyük kriziydi. Çünkü, artık karşısında karikatürize bir CHP değil, onun seçmen kitlesi olduğu varsayılan, -muhtemelen mecburiyetten seçimlerde CHP’ye oy veren - ama içinde bir kısım Kürtleri, solcuları, liberalleri, LGBT’yi vs. de barındıran heterojen bir kitleyi mobilize halde buldu. CHP’nin bu kitlelerin daralan siyasi alanını genişletemediği doğruydu ve bu 11 yılda AK Parti’nin siyasi alanı tamamen kaplamasına yol açmıştı. AK Parti’nin siyasi alanı, aslında kendisinin de altında ezileceği bir genişleme gösterirken, Gezi heterojenliğinin tüm bileşenleri de klostrofobik bir daralma içinde hissediyordu kendisini. Bu durum hükümetin işini kolaylaştırdığı ölçüde, yaşadığımız bu kazanın da temellerini atıyordu. Muhalefet bu kesimleri temsil edemiyor, anti siyaset ile bu daralmaya katkıda bulunuyordu. Hükümetin ise, 2002-2010 yılları arasındaki o müthiş hengamede, CHP tabanının sosyo-politik’ini analiz etmesini beklemek anakronik ve hayalci olurdu. Hükümet için CHP tabanı demek, Cumhuriyet mitinglerinde “Ordu göreve” pankartını açanların bindirilmiş kıtaları anlamına geliyordu o zamanlar. Ki bu çok da haksızca değildi. Seçmen kitlesinden bağımlı-bağımsız olarak, CHP’nin temsiliyeti AK Parti’yi hal etme üzerine kuruluydu çünkü.

Ama artık hükümetten Gezi krizi ve 11 yıllık yönetim tecrübesi ile bu kesimler üzerine daha rafine, sorumlu bir “laik çevre açılımı” bekleyebiliriz. Hükümet ve tabanı ne kadar ferah ve önü açık hissediyorsa, “karşı kampa” ait olan heterojen-laik topluluk da kendisini o denli daralmış ve çaresiz hissediyor. AK Parti, bir kurucu parti ve birinci cumhuriyeti temelinden değiştiriyor. Bu gerekli ve geç kalınmış bir şey. Ancak bu değişim, karşı kampın itirazı ve korkuları hilafına ancak buraya kadar yapılabilirdi. 76 milyon yurttaşın 75 milyonunun desteğini alsanız bile, kalan bir milyonun mutsuzluğu, birçok Gezi krizinin çıkmasına neden olabilir. “Diktatörlük”, “faşizm” gibi ahlaki olmayan operasyonel yakıştırmaları bir kenara bırakırsanız, hükümetin yaptığı en büyük hata, diğer grupları anlama çabasını yeteri kadar göstermemiş olması oldu. Bir devrim yapıyor, üstelik dünyada da Filistin, Suriye gibi konularda real politik dışında kalıp, bir de küresel ekonomi pastasından her geçen gün daha fazla pay almaya başlamışsanız, bunun mutlaka cezalandırılmak isteneceğini öngörmek durumundasınız. Bu cezayı savuşturmanın en önemli hamlesi ise, içinizdeki gerilimleri ve sorunları demokratikleşme ile çözme konusunda pragmatizmi aşan bir hız göstermenizdir. Ben hükümetin laik kampa karşı bir rövanş içinde olduğu fikrine hiç katılmadım. Çoğunlukla Başbakan’ın Kasımpaşalı dili, icraatlarının muhteviyatının önüne geçti ve aslında kendi kendine haksızlık yapmış oldu. “Yaşam tazı dayatma” meselesi de, daha çok mütedeyyinlerin kamusal ve ekonomik alanda kendi yerlerini almalarına yönelik bir refleksin cicili argümanı oldu. Müslüman demokrat bir parti olarak AK Parti’nin kendi tabanına münasip siyaset hakkı da, ülke için hala bir lükstü. Devleti demokratikleştirmeden, kırık toplumsal fay hatlarını onarmadan, sadece kendi kimliğinize göre siyaset yapamazsınız Türkiye’de. Size kolaylıkla ve haksızca diktatör yaftasını yapıştırırlar.

Öte yandan, Başbakan’ın kendi iyi niyetinden ve hayallerinden yola çıkarak, paternalist bir dil ve siyaset izlemesi, 11 yıllık demokratikleşme sürecinde önü açılan toplumun kimyası ile paradoks halinde oldu hep. Hükümetin yapması gereken toplumu reşit hale getirmek, ona babalık yapmak, onun için en iyisini düşünüp, bazen de dayatmak değil; iyinin ve özgürlüklerin kanallarını açıp, toplumu doğal akışına bırakmak. Evet, AK Partili olmayanlar –çoğunluk- hükümete kategorik olarak karşı belki ama, hükümetin demokratikleşme hamlelerinin ve iyileşen ekonominin tüm getirilerinden de faydalanıyorlar. Haliyle toplumda özgürleşme isteği, demokrasi ilerledikçe daha da artıyor. Aslında Başbakan bununla ne kadar övünse azdır. Şimdi neden o kesimi de kazanmasın ki artık? Madem bu kesimler CHP tarafından etkili temsil edilmiyor, neden o kesimler ile bu fırsattan istifade, bir barış imzalanmasın? Belki buradan fazlaca oy gelmeyebilir, ama kendi seçmen kitlenizden aldığınız oylarla elde ettiğiniz iktidar, ahlaki üstünlük kazandığı ölçüde, meşruiyeti de sağlamlaşır.

Hükümet kendi hayalini, tabanının gasp edilmiş merkez hakkını iyi temsil etti ama, artık diğer parçalarla bütünleşme, onları anlama ve kendi tabanı ile laik kesim arasındaki tıkalı kanalları açma dönemine girmek zorunda. Kutuplaştırma siyaseti, kısa vadede oy kazandırır ama, meşruiyeti zedeler. 76 milyonun hükümet olma iddiasının altının dolması, ancak “diğer mahalleyi” anlamaya çalışarak mümkün. Günümüzde kimseye, çok doğru bile olsa, bir tercihi dayatamazsınız. “Bizim cemaate katıl” diyemezsiniz. 76 milyonluk bir ülkeyi kaosa sokmak için 100 bin kişinin sokağa çıkması yeterlidir.

Ben hükümetin bu ağır krizden hayati tecrübeler edindiğini düşünüyorum. Ancak görece yatışmış görünen bu krizin yapısal analizi ile birlikte, yeniden başka kabuslar yaşamamak için, yeni Türkiye’ye “diğer mahalleyi” de dahil etmek mecburiyeti var. Üstelik bu onların hakkı da. Gezi’de çok haklı, makul itirazlar da vardı. Çok zor, bir sürü değişken, önyargı ve direnç var. Ancak çaba göstermenin kendisi bile, ahlaki üstünlüğü geri getirecektir.

Bunun da benim aklıma gelen birkaç yolu var: Öncelikli olarak, Erdoğan, o insanüstü siyasi becerisi, cesareti ve pragmatizmi ile, merkezinde yeni anayasa ve adem-i merkeziyetçi devlet reformu olan bir demokratikleşme paketini hemen gündeme alacaktır diye ümit ediyorum. Bu krizde en önemli fay hattı Alevi vatandaşlarımız oldu. CHP’nin kışkırtıcı tavrı ortada. Suriye politikası üzerinden yaşanan ve kaşınan bir mezhep çatışması ihtimalini sıfırlamak, Alevi vatandaşların özellikle cemevi gibi sorunlarını çözmekle mümkün. Tekke ve Zaviyeler Kanunu, ne pahasına olursa olsun kaldırılmalı, cemevleri ve dedeler yasal statü kazanmalıdır. Yavuz Sultan Selim’in adının 3. köprüye verilmesi gibi, sembolik ama bedeli ağır hatalar telafi edilmeli, Alevi vatandaşların gönlü kazanılmalıdır. Dilin ne kadar önemli olduğunu, bazen icraatların bile önüne geçtiğini gördüğümüze göre, neden bu konuda bir “jest” yapılmasın? Alevilere verilecek olan, zaten Kemalistlerin doksan yıldır gasp ettiği doğal hakları değil mi?

Çözüm süreci: Süreçten asla taviz verilmemeli, hatta daha büyük bir kararlılıkla üzerine gidilmeli. Bunun için de demokratikleşme paketini hayata geçirmek yeterli zaten. Bize radikal adımlar gerekli. Anadil, koruculuk, siyasal partiler kanunu, seçim barajı gibi. Bu kaostan ancak bu hamleler ile çıkılabilir. Ancak Çözüm sürecinde üstlenilen tarihi görev, “Teörist başı” gibi dil sorunlarıyla yine gölgeleniyor. Başbakan geçmişte bu türden dil oyunlarını çok yaptı ve riskli dönemlerde milliyetçi kesimleri tahkim etti. Ancak artık Türkiye’nin çok farklı ve riskli bir yere ulaştığını görmeli.

Hükümet, ama özellikle Başbakan Erdoğan, Gezi ile meşru bir zeminde başlayan hareketin makas değiştirmesi ile büyük bir operasyona maruz kaldı. Gezi bir komplo değildi. Ama süreç iyi yönetilmediği için istismara açık hale geldi. Bunun getirdiği öfkeyi ve üzüntüyü anlayabiliyorum. Karşı atak asla öfkeli davranmak değil, demokratikleşmeye hız vermek olmalı. Ahlaki duruştan sapan sanatçılar, köşe yazarları ve gazetecilere cevabı halk ve zaman verir. Bunları gündemde tutmak, isimler zikretmek, -haklı olunsa bile- AP, CNN ve BBC’ye çatmak, aslında “Türkiye diktatörlüğe gidiyor” kampanyasına su taşır ve bu yalnızlığın altından zor kalkılır. Her açıklamaya, her haksızlığa cevap verme zorunluluğu hissedilmemeli. Komplo söylemi geri çekilmeli, elde deliller varsa bunu hükümet bilsin ve önlemini alsın, halkı ilgilendirmiyor. Hatta, hükümete yapılan gerçek bir haksızlığı, spekülatif bir dünyaya tahvil ederek, olayın ciddiyetini azaltıyor.

CHP: Kemal Kılıçdaroğlu utanç verici bir kriz fırsatçılığı yapıyor, hoş görmek mümkün değil. Ama ben bu öfkeyi askıya almayı teklif ediyorum. Diyorum ki, bu süreçte CHP diri tutulmalı, çünkü siyasal sistemin çökmesi, yani CHP’nin tamamen devre dışı kalması, en çok hükümete zarar verecektir. Parlamenter sistem, sadece hükümetin değil, muhalefetin de korunmasıyla sağlıklı işler. Gezi’den, üç aya kadar demokratik bir muhalefet çıkması romantizmdir. Sosyalistleri ise bu krizde neredeyse tamamen kaybettik. Devrim rüyalarıyla, itibarlı bir siyasi kazanımı çatışmaya tercih ettiler. Gezi enerjisinin bir siyasete tahvil olması -o da bir olasılık olarak- ancak yıllar sonra olabilecek. Bu da yine hükümetin demokratik kanalları açması ile mümkün. Gördüğünüz gibi, ne kadar çok ihtiyacımız var birbirimize!

Aydınlar: Bu süreçte, sosyalist, sol liberaller başta olmak üzere aydınlar adeta çöktü. Sorumlu davranmadılar. Ya korktular, ya mahalle baskısına boyun eğdiler, ya da ergen romantizmine kapıldılar. Böyle dönemler “kirlenme” zamanlarıdır. Kenarda, “en temiz ve en muteber bir noktada” durmazsınız. Ya açık açık “Ben bu hükümeti devirmek istiyorum, hadi arkadaşlar gün bugündür” diyecek, ya da objektifliğinizi, sağduyunuzu kendi mahallenizden kovulma pahasına alana çıkıp göstereceksiniz. Ama ne yaparsanız yapın, bunu dürüstlükle yapmak gerekir. Tarih her şeyi yazıyor. Medya gibi, aydın tipinin de bundan sonra aynı kalması mümkün gözükmüyor. Ben tüm süreç boyunca, kaybettiğimiz beş insanımıza yenilerinin eklenmesi ve bir iç çatışma endişesi taşıdım. Ya Erdoğan nefreti, ya mahalle baskısı, ya da ergenlikte tatmin edilmemiş eylemcilik şımarıklığı nedeniyle, sorumluluk ve sağduyunun terk edildiğini gördüm. Adeta bir çıldırma dönemi yaşandı, histeri krizi gibiydi.

Peki ne umuluyordu? Diyelim hükümetin dengesi bozuldu, Erdoğan’ı hal ettiler; nasıl bir Türkiye ile karşılaşmayı umuyorlardı? İşler tersine döndüğünde, 21 buçuk milyon AK Parti seçmenine rağmen bir hükümet kurulacağını, yola hiçbir şey olmamış gibi devam edeceklerini mi düşündüler? Birkaç sene sonra daha büyük bir mütedeyyin hareketin büyük bir öfkeyle geri geleceğini ama bu ara dönemde vesayetin hortlayıp 11 yılın reformlarının dinamosu olan demokratik koalisyon bileşenlerinden intikam alacağını, tüm demokratik kazanımların heba olacağını görmek için gerekli akıl nerelere gitmişti?

Mütedeyyinler, laikler ve hepimiz, bundan sonra da birarada yaşayacağız. Birbirimizin yüzüne bakacağız. Üç günlük ömrümüzü muhabbetle geçirsek olmaz mı? Çok mu romantik bir teklif bu?
Demokrasinin özü bu değil mi?

19.06.2013, İstanbul

http://www.markaresayan.com/?p=1989

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder