18 Haziran 2013 Salı

"Kafamda Deli Sorular… / Gezi Parkı Direnişi ve Sonrası" - Bülent Peker

12.06.2013… Saat 15:45… Ak Parti Genel Merkezi, Ankara
Gezi Parkı eylemleri ile ilgili Başbakan’la görüşmek üzere gitmiş olduğumuz Ak Parti Genel Merkezi’ndeyiz. Ben hariç heyette bulunan herkesin İstanbul’dan gelmesiyle birlikte (yanlış hatırlamıyorsam) sekizinci kattaki toplantı salonlarına ait bekleme odasındayız. Grup içerisinde bulunan diğerleriyle tanışıyoruz. Biraz heyecanlı ortam, biraz gergin…
Başbakan’la görüşme öncesinde misafir bekleme odasında Hüseyin Çelik karşılıyor bizleri. Sohbet başlıyor. Şaşılacak derecede sakin ve bize karşı nazik bir tavır içerisinde kendileri. Sırasıyla tanışıyoruz. Espriler falan yapılıyor. Sıra bana geldiğinde “içimizdeki hain sen misin” diyor gülerek. Şaka yollu söylediğini anlıyorum, gülümseyerek diğerlerine bakıyorum. Tanışma sonrası başlayan sohbet, bizim için birazdan içeride olacakların provası bizim gibi sanki. Görüşme öncesi Başbakanlık Basın Müşaviri Lütfullah Bey’den brifing alıyoruz. Meselenin önemime binaen herkes biraz tedirgin.
Toplantı odasına geçiyoruz. Bakanlar, müsteşarlar, danışmanlar geliyor öncelikle. Çok geçmeden Başbakan teşrif ediyor. Masanın diğer ucundayım. Tanışma sırası bana gelinceye kadar ortamı analiz etmeye, havayı teneffüs etmeye çalışıyorum. Toplantı öncesindeki ben daha yeni gelmişim meydandan. Tüm gerginliği ve endişeyi içimde barındırıyor bünyem. Psikoloji malum.
İlk fark ettiğim şey Başbakan’daki sakinlik. Öyle ki, odadaki diğer yetkililere de sirayet ediyor bu durum. Garip bir his aslında. Bunca şey olup biterken bu kadar sakin olabilmek… Sevinsem mi üzülsem mi diye karar vermeye çalışırken, merhum Ecevit’in anayasa krizi esnasındaki basın toplantısı geliyor aklıma. Yüzündeki ifadeyi dünmüş gibi hatırlıyorum. Hayır, eğer her iki yüz ifadesinden birini tercih et deseler… Neyse…
(Bir önceki yazımda aynen aktardım. Neler konuşuldu, neler söylendi uzun uzun anlatmıyorum bu sefer.)
Toplantı başlıyor. 4,5 saat kadar sürüyor bu sakin ifade. Sürekli bizi dinliyor, notlar alıyor. Arada birkaç yorum yapıyor ama çok fazla müdahale yok yine de. Başbakan’ın sağ tarafında bulunan bakanlar ve özellikle Muammer Güler Bey daha heyecanlı hepsinden. Sona doğru artık iyice araya girip müdahale etmeye başlıyor. Grupta bulunan ve iyi niyetinden asla şüphe etmediğim diğer arkadaşlarla birebir münakaşalar bile oluyor. Artık havasından mıdır suyundan mıdır bilinmez bizimkiler (özellikle bayan arkadaşlar) pek bir cesaretli ve açık sözlüler maşallah. Gülümsüyorum bazen. Gurur duyuyorum.
Aktarım sonrasında karşılıklı müzakere bölümüne geçiyoruz. Biz soruyoruz kendileri cevap veriyorlar. Başbakan hala sakin. Muammer Bey, meselenin iç yüzünün bizim bildiğimiz gibi olmadığını anlatıyor ısrarla. Olayların başlayacağı ile ilgili aylar öncesinden bilgileri olduğunu söylüyor. Grup geriliyor. İlk bomba o anda patlıyor. Soru 1: O zaman neden ilk tetiği siz çektiniz? Tatmin edici bir cevap verilmiyor elbette…
Toplantı daha önce aktardığım şekilde sona eriyor. Basın açıklamaları vs derken ortam epey bir karışık. Biraz sakinleşmesini bekledikten sonra binadan ayrılıyor, Bursa’ya dönmek üzere yola çıkıyorum. Günlerdir cadı kazanı gibi kaynayan kafamın içerisindeki soru sayısı kat kat artıyor.
Sorular… Sorular… Sorular…
* Madem devlet tarafından biliniyordu, neden bu noktaya gelinmesine müsaade edildi? Ve dahası neden bizzat devlet eliyle körüklendi?
* Ortam tam sakinleşiyor derken, Altaylı’nın programında neden o üslup ve söylemler kullanıldı? Kime mesaj verildi?
* Başbakan’ın Tunus’ta olduğu sırada ikinci bir yumuşama evresine girilmişken, meşhur havaalanı konuşmasıyla gerilim neden tekrar tırmandırıldı?
* Yol ver geçelim, Taksim’i ezelim naralarına neden izin verildi? Kimler söyledi, kim söylettirdi?
* Her türlü eleştiri ve soruya rağmen bizi 4,5 saat boyunca sakin bir şekilde dinleyen Başbakan, bir sendika sözcüsü tarafından basit bir sosyoloji tanımlaması yapıldı diye neden sinirlenip toplantıyı terk etti?
* Polisin müdahale etmediği yerde olayların da çıkmadığı çok iyi bilindiği halde, neden özellikle İstanbul üzerinden bu şiddet görüntülerinin yayılmasına izin verildi?
* Vali Mutlu gençlerle konuşup parkı terk etmeleri için Pazar gününe kadar müsaade tanındığı, parktaki toparlanma hazırlıklarının yapılmaya başlandığı halde, neden birden bire müdahale etme kararı alındı?
* Ak Parti mitingleri de nereden çıktı? Amacı neydi?
* Tüm bu zaman zarfında Başbakan’ın çeşitli ortamlarda yapmış olduğu konuşmalardaki söylemlerinin bir sert bir yumuşak olmasının sebebi neydi?
* Gezi Parkı’ndakiler kimdi ve ne kadar önemliydi ki bu denli üst perdeden bir tehdit ve mesaj algısı yaratıldı? Bunca sözler, bunca tehditler aslında kime savruldu?
* Sahi faiz lobisi de kimdi? Yenir miydi ki o?
Bir tek cevabım var…
Bu ve daha bunlar gibi onlarca sorunun cevabına dair kendimce yaptığım bir takım analiz ve fikirlerim var elbet. Lakin bunları burada paylaşarak yazıyı siyah beyaz bir makaleye çevirmek niyetinde değilim.
Şu aşamada tek söylemek istediğim en emin olduğum şeydir sanırım. Bu gerginlik ve bu ortam; bizzat devlet eliyle yaratılmış, son derece bilinçli bir strateji ve senaryonun adım adım yürütülen birer adımıdır. Bundan adım gibi eminim artık.
Ben de birçokları gibi bu durumu Başbakan’ın akıl ve ruh sağlığı, kişisel özellikleri, üslubu gibi bir takım sözde sebeplere bağlayabilmeyi çok isterdim elbette. Lakin Türkiye’nin son on senesini iyi bilen, bu on sene içerisinde yaşanan onlarca krizin nasıl çözümlendiğini yakından inceleme fırsatı bulan, biraz araştıran, biraz koşuşturan, biraz konuşan ama çokça analiz eden ve gerçekleri anlamaya çalışan bir vatandaş olarak gerçek sebeplerin bizim konuştuklarımızdan çok daha ötede olduklarından eminim artık. (Bu düşüncemin sebebi ayrı bir yazı konusu) Ortadaki oyununun büyüklüğü ve detaylarının ne olduğunun tahlilini bir yana bırakırsak, devlet gözüyle tüm bu meselelere meşru bir sebep yaratılmış olabileceğine bile iddiaya girerim. Belki de bu meşruiyette bile haklılardır hatta.
Birey mi, devlet mi?
Fakat benim ayrıldığım nokta tam da burada başlıyor. Ben sebebi ne olursa olsun, bir devletin bekası için kendi milletinin duygu ve düşünce dünyasıyla bu kadar oynanmasına, hayatların bu kadar alt üst edilmesine, iki günlük ömürlerin bu kadar heba edilmesine ne olursa olsun karşıyım. Bu karşı duruşun temelinde de birey odaklı bir devlet anlayışına sahip olmam yatıyor elbette. Bu nedenle hiçbir gerekçe mevcut durumu haklı çıkarmıyor benim gözümde.
Bütün bunların bizi (sıradan vatandaşı) ilgilendiren tarafı ne?
Dedim ya, niyetim kendimce siyah beyaz analizler yapmak değil. Benim asıl konuşmak istediğim; bütün bu süreçte her şey planlandığı gibi ilerlerken devletin dahi hesaba katmadığı bir durumun ortaya çıkmış olmasıdır. Gezi Parkı Felsefesi ve Ruhundan bahsediyorum.
image
Son günlerde hep söylenildiği üzere, yıllardır apolitik bir tavır ve tutum takınan, çok fazla etliye ve sütlüye karışmayan, yaşları 20 ila 40 arasında değişen çok geniş bir kitlenin - devletin de hiç beklemediği bir şekilde – “birden bire ortaya çıkmasıdır” asıl mesele. Özellikle olayların ilk günlerinde yaşanan şaşkınlığı biraz da olsa buna bağlıyorum aslında. Aksi takdirde Taksim gibi bir merkezin, AKM gibi bir sembolün günlerce işgaline izin verilir miydi Allah aşkına?
Ben burada onbinlerden ve yüzbinlerden değil, belki de sayısı milyonlara ulaşacak yepyeni bir kitleden bahsediyorum. Yıllardır Türkiye’nin deneyim ettiği siyasi anlayışa kendini sığdıramayan, iktidarı veya muhalefetiyle hiçbir yere tam olarak kendini ait hissetmeyen, birtakım sorunları kafasında çözmüş, ayrımcılıklardan ve ötekileştirmelerden yorulmuş, nispeten kendisi ve çevresiyle daha barışık, toplumsal çeşitliliği sindirmiş, farklılıkları kabul etmiş, eli telefon/tablet tutan, dünyayı görmüş ve tanımış bir kitleden bahsediyorum.
Çok değil daha bundan bir ay önce bıraksanız birbirini boğazlayacak taraftar gruplarının, taban tabana zıt olan siyasi fraksiyonların, farklı inanç gruplarının ve hatta farklı sosyoekonomik segmentlere ait olan onbinlerce insanın aynı amaç uğrunda buluşmasını, muhteşem planlanmış bir tezgahın bir parçası olarak görmek, değişen siyasi ve toplumsal yapının okunmasındaki akıl tutulmasıyla açıklanabilir ancak. Bu çok başka bir şeydir.
Sayısı her geçen gün genişleyen bu kitle; sahip olduğu entelektüel sermaye, kıvrak zekâ ve hiçbir siyasi oluşumun bugüne kadar kullanmadığı iletişim dili sayesinde etki alanını her geçen gün arttırarak daha da büyüyecektir. Bu yaratıcılık ve birikmişliğin karşısında geleneksel siyasi oluşumların alışılagelmiş söylemlerini gözden geçirmeden uzun süreli olarak dayanmaları ise zaten mümkün değildir.
Benim kişisel düşüncem artık kabından taşmış olan bu suyun, hiçbir sürahiye tam olarak sığdırılamayacağı yönündedir. Bu nedenle bundan sonraki süreci toplum olarak çok daha yakından takip etmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Kim bilir… Belki de hep söyledikleri gibidir: “Daha herşey yeni başlıyordur…”
image

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder