30 Haziran 2013 Pazar

"Genelkurmay'ın Dersim belgeleri Meclis'te"


TBMM Dilekçe Komisyonu Başkanı Mehmet Daniş, Dersim olaylarına ilişkin Genelkurmay Başkanlığı'ndan bütün belgelerin geldiğini bildirdi.

Daniş, konuya ilişkin AA muhabirine yaptığı açıklamada, Genelkurmay'dan son olarak komisyona yaklaşık 5 bin sayfa belge geldiğini, böylece buradan gelen belge sayısının da yaklaşık 46 bin sayfaya ulaştığını söyledi.

Dersim'de yaşanan olaylara ilişkin belgelerin tasnifi için değişik üniversitelerden akademisyenleri bir çatı altında toplayan bir bilim kurulu oluşturma çalışmalarının devam ettiğini ifade eden Daniş, bunun için Ankara ve Yıldırım Beyazıd üniversiteleri ile görüştüklerini kaydetti.

Daniş, bu çerçevede akademisyenlerin belgeleri tasnif edip inceledikten sonra, derli toplu hale getireceklerini vurguladı.

Dersim hakkında, Genelkurmay Başkanlığı'ndan gelenler dahil komisyona 140 bin sayfaya yakın belge ulaştı. Genelkurmay bugüne kadar yaklaşık 46 bin sayfa belge gönderdi.

Belgelerin içeriği

Dersim hakkında Genelkurmay Başkanlığı'ndan gelen belgelerin içinde haritalar, özel mektuplar, yazışmalar, istihbarat raporları, değerlendirmeler, günlük raporlar ve asker sevkıyatına ilişkin belgeler, kaçakların listesi, Dersim'de toplanan silahlar Seyid Rıza'nın yakalanmasına ilişkin bilgiler, harp cerideleri, personel durumu, propaganda faaliyetleri, bölgedeki asayiş olayları, emniyet tedbirleri, Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü'nün bölgeye ziyareti, bölücülük ve casusluk faaliyetlerine ilişkin belgeler yer alıyor.

AA

Hakan Fidan: "Sosyal medyayı takip etmiyoruz"


Son yıllarda toplumda yaygınlaşan ve paranoya haline gelen "Takip ediliyor muyum?" endişesi, sosyal medyadaki paylaşımlarla gerçeklik gibi algılanmaya başlandı. Vatandaş bizzat devlet eliyle takip edildiğini, izlendiğini düşünürken, takibin adresi olarak da akıllara MİT geliyor. Gezi olaylarından sonra fişleme iddialarıyla da gündemde olan MİT'e, toplumdaki yaygın şüpheleri ve merak edilen tüm soruları yönelttik. MİT Daire Başkanlığı da bir ilki gerçekleştirdi ve bir gazeteye röportaj verdi. Sorularımızı da açıklıkla yanıtladı. İşte bu ilk kez gerçekleşen röportajda, MİT'in verdiği çarpıcı yanıtlar: 

MİT son yıllarda sürekli gündemde, son dönemde de vatandaşları fişlediği iddialarıyla gündeme geldi. Bu durumu nasıl açıklarsınız?
Son bir kaç yıldır ulusal ve uluslararası alanda bir çok başarılı istihbarat çalışması gerçekleştiren MİT, bu durumdan rahatsız olan çevrelerin hedefi haline geldi ve gerçekdışı iddialarla Teşkilat hakkında olumsuz algı yaratma çalışması hız kazandı. Dünyada ilk defa bir devlet (Habertürk MİTkaynaklarından bu devletin İsrail olduğu bilgisine ulaştı) başka bir devletin istihbarat yönetimine tepki gösterdi ve açıkça kendi çıkarları için Hakan Fidan'ın MİT'in başına gelmesini istemedi ve resmi açıklamayla bunu beyan etti. Bahsekonu açıklama sonrası MİT'e yönelik Türkiye içinden haksız yayınlar ve saldırılar peşpeşe yapılmaya başlandı, 30 yıllık Kürt sorununun nihayete erdirilmesi amacıyla verilen görev çerçevesinde gizli yapılan görüşmeler yanlı bir şekilde basına sızdırıldı, Hakan Fidan gözaltına alınmaya çalışıldı, terörist sanılarak TSK tarafından bombalanan sınır kaçakçılarının ölümünden sorumlu tutulmaya gayret edildi, Akdeniz'de uluslararası sularda eğitim amacıyla görev yapan ve Suriye tarafından düşürülen uçağımız, Gaziantep'te ve Reyhanlı'da teröristler tarafından patlatılan bombalar ve ölen Türk vatandaşları MİT'e saldırıda bulunmak için kullanıldı. MİT'e kamuoyu önünde tartışmalı bir kurum imajı vermek ve yıpratmak mantığı üzerine kurulu bir psikolojik harekat yürütüldü, bir çok gizli belge ortalığa saçıldı. MİT'in özel hayatı fişlediği yönündeki gerçek dışı iddialarla, MİT'e yönelik saldırılar devam ediyor.

MİT'in kişisel verileri istediği zaman elde edebildiği ve fişleme için kullandığı algısı doğru mu?
İstihbaratın üretilebilmesi için sadece bilgi ve belgenin toplanması yeterli değil, bilgilerin sağlıklı şekilde ve belli bir sistem dahilinde işlenmesi gerekir. MİT, 11 Haziran 2013'te yaptığı basın açıklaması ile 'Teşkilatı kendi halkına fişleme gibi çağdışı bir uygulama faaliyetinin içinde göstermenin; gerçek dışı olduğu kadar, haksız ve mesnetsiz' olduğunu açıkladı. MİT kendisine kanunlar çerçevesinde verilen yetki ve sorumlulukla hareket eder. Diğer taraftan mantık açısından da bakıldığında, ülke güvenliğine yönelik bir risk taşımayan milyarlarca veriyi incelemek, depolamak ve analiz etmek, hesaplanamayacak derecede fazla personel ve maddi imkan gerektirir ki bunun gerçekleşme olasılığı yoktur. MİT'in bu şekilde verileri depolayacak ve bunu inceleyecek ne yeterli sayıda personeli, ne imkanı ne de zamanı mevcut. İç istihbarat açısından MİT'den sayısal olarak çok daha fazla imkana sahip diğer güvenlik kurumları da kamu ve özel sektörün kişisel verilerini, faaliyet konuları kapsamında kullanma imkanına sahip. 

MİT İstihbarat ağını nasıl oluşturuyor ?
İstihbarat toplamanın dünyada geçerli iki yöntemi var. MİT istihbarat toplarken bu iki yöntemi kullanır, birincisi insana dayalı istihbarat, ikincisi sinyale dayalı istihbarat. İnsana dayalı istihbarat, dünyadaki bütün istihbarat örgütlerinin sürekli olarak üzerinde durduğu ancak çok başarılı olmadıkları bir istihbarat şekli. Çok emek, çaba, maddi külfet ve risk getirir. Özetle hedef terör örgütlerinin içine sızmak olarak açıklanır. Sinyale dayalı istihbarat ise iletişimin kontrolünü içerir, hedef örgütlerin iletişim ağı tespit edilmeye ve aralarındaki iletişimin kontrolü amaçlanır. MİT İstihbarat ağını çoğunlukla insana dayalı olarak oluşturur, 'Sinyal'i ise destekleyici bir faktör olarak kullanır. 

MİT'in istihbarat ve güvenlik amaçlı elde ettiği kişisel verilerin sınırı nedir? 
MİT kendisine kanunlarla tanınan yetki çerçevesinde ulusal güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen kişilere yönelik veri toplar ve bunları ilgili kurumlarla paylaşır. Kişisel verilerin internet üzerinde açıkça dolaştığı bir dönemde, pazarlama kriterleri oluşturmak amacıyla uluslararası şirketler kişisel verileri toplamakta, değerlendirmekte ve üretimlerini bu yönde arttırmakta veya azaltmakta. Bunlar kamuoyunda gündeme gelmezken, devletin istihbarat kuruluşunun bu verilere ihtiyaç duyması halinde ulaşması eleştirilebilmekte. Engellenemeyen ve ölümlerle sonuçlanan bir terör saldırısı sonrası kamuoyunun ilk sorduğu soru 'saldırının neden engellenemediği'dir. 

Sosyal medya, e-mail veya internet üzerinden her vatandaşın takibi gibi ileri teknoloji bir sistem MİT'de var mı ? 
MİT'in her vatandaşı takip etmek ve kontrol etmek gibi bir görevi bulunmamakta, sadece ülke güvenliğine tehdit oluşturan hedeflere yönelik çalışma yapmakta. MİT'in her vatandaşı takip etmesi istihbarat dünyası için gereksiz bir uğraşı olarak görülebilir. Diğer taraftan sosyal medyanın gelişmesinde ön planda olan Facebook ve Twitter gibi internet iletişim sistemlerinin Server'ları ve teknik alt yapıları Türkiye dışında bulunmakta. Hedef şahıslara yönelik MİT'in yapacağı tüm teknik çalışmalar ancak mahkeme kararı alınarak gerçekleşmekte. 

Her vatandaşın kişisel verileri toplanarak, takip edildiği bir sistemin var olması ya da işletilmesi mümkün müdür ?
Uzun yıllardır Dünya'da sosyo ekonomik, dinsel, etnik, mezhepsel ayrışmaların fay hatlarında biriken enerji çeşitli noktalarda kırılma yapmakta sonuçları önceden kestirilemeyen sosyal ve siyasi depremler yaratmakta. Bu kaçınılmaz sonuçlar çerçevesinde her vatandaşın kişisel verilerini toplamak ve analiz etmek, mümkün değildir. Böyle bir sistem kurulsa bile bir işe yaramayacaktır. MİT, hızla gelişen Türkiye'de kendisine verilen görevleri yerine getirirken öncelik olarak halkın güvenliğini ön planda tutan bir kurum kültürüne sahip.

http://www.haberturk.com/gundem/haber/856446-sosyal-medyayi-takip-etmiyoruz

"Erdoğan'ın yanındakiler derinlerin adamı" - Ahmet Özal


Turgut Özal'ın ölümü ve faili meçhuller ile ilgili önemli açıklamalarda bulunan oğul Özal, konuşmasında dikkat çeken bir iddiaya da yer verdi.

8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın şüpheli ölümüne ilişkin yürütülen soruşturma sonucunda önemli bulgulara ulaşılıp dava açıldı. Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın oğlu Ahmet Özal, Eylül ayında ilk duruşması yapılacak olan dava öncesi Cihan Haber Ajansı’na çarpıcı açıklamalarda bulundu. Ahmet Özal, babasının ölümünden sonra bile, Özal ailesi üzerindeki operasyonun devam ettiğini dile getirdi.

Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal, sadece babasının ölümünün değil, Mumcu, Kahveci, Eşref Bitlis Paşa’yı ortadan kaldıranların aynı el olduğunu iddia etti. Ahmet Özal, “19 sene boyunca bu olayı kimse ciddiye almadı. 1999 yılında milletvekili olduğumda babamın ölümünün araştırılması için Meclis Araştırma Komisyonu’nun kurulması için önerge verdim. ‘Sadece babamın olayı değil, 93 yılı incelensin’ demiştim. Hala 93 yılının incelenmesi gerektiğini söylüyorum. Uğur Mumcu, Adnan Kahveci, Eşref Bitlis Paşa ve babamın ölümü faili meçhul olarak tarihe geçti.CHP’lilere ‘Uğur Mumcu sizin sevdiğiniz bir insandır ilgilenin’ dedim oralı olmadılar. Cumhuriyet gazetesi bunu haber bile yapmadı. Kendi yazarlarıydı oysaki. Gerisini siz düşünün. Türkiye’de bu kadar yıldır televizyonlarda bağıra bağıra konuşuyorum. Uğur Mumcu’nun adını sayıklayarak başlıyorum, fakat Türkiye’deki sol düşünce yapısında olan insanlardan en küçük bir destek görmedim. Bu cinayetlerin hepsi aynı elden yapılmıştır. Babamınki ile Uğur Mumcu farklı değil. Hatta Ahmet Taner Kışlalı, Çetin Emeç, Bahriye Üçok’a kadar bunların hepsi aynı kalemden çıkmıştır.”ifadelerini kullandı.

TURGUT ÖZAL’I RESİMDEN ÇIKARTARAK HER TÜRLÜ OYUNU OYNADILAR’

1993 yılında siyasette dizaynı yapıldığını söyleyen eski milletvekili Ahmet Özal, babasının öldürülmesinin en büyük sebebinin Kürt meselesini çözmek istemesi olduğunu belirtti. Ahmet Özal, şu ifadeleri kullandı: Turgut Özal’ın öldürülmesinin en büyük nedenlerden biri Kürt meselesidir. Babam siyasete dönmüş olsaydı Kürt meselesi bitmiş olacaktı. AB süreci de bu kadar uzamazdı. Belki de şu an birliğin içindeydik. Yan nedenleri de Orta Asya’da Türk devletlerinin birleştirilmesi projesi vardı. Türk devletleri birliği... Babamın ölümüyle o dönem fırsatı kaçırdı Türkiye. Ayrıca müthiş bir siyaset dizaynı yapıldı 1993’de. Düşünün, Özal’ı öldürmemiş olsalardı, Süleyman Demirel cumhurbaşkanı, Tansu Çiller’de başbakan olamayacaktı. Dolayısıyla 28 Şubat süreci yaşanmayacaktı. Babamın ölümünden sonra da operasyon aile üzerinde devam etti.Aile olarak siyasetten uzak durmamızı sağladılar. 'Turgut Özal’dan kurtulduk, bir de oğlu başımıza çıkmasın' dediler. Çünkü arkanda kitle taşıyabilme ihtimalinden korktular. Turgut Özal’ın resimden çıkartılmasıyla her türlü oyunu oynadılar. Bu oyun 2002’ye kadar sürdü. AK Parti de bu oyunu bozdu. Merkez sağ liderleri partilerini çökertti."

’88 SUİKASTINI KİMLER YAPTIYSA, BABAMI ZEHİRLEYENLER DE ONLAR’

Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın öldürülmesinin arkasında uluslar arası bir gücün olmadığını söyleyen Ahmet Özal, 88 yılındaki suikastın arkasındakilerin bu işi organize ettiğini savundu. Ahmet Özal’ın tespiti şöyle: “Turgut Özal’ın ölümünün uluslar arası bir operasyon olduğunu düşünmüyorum. Dış mihraklar lafına pek inanmıyorum. Bu iş içerden yapıldı. Dış mihraklar diyerek bu anlamda komplo teorisi aramak paranoyakça. Türkiye o kadar zayıf bir ülke değil. Babamın ölümü ile ilgili mesele incelenirken, bağlantılar, 88 suikastı ile birleşecek. O suikastın arkasında çıkanlar 2-3 sene sonra bunu yaptılar zaten. Babama birkaç suikast girişimi oldu. Dolayısıyla hem suikast hem de ölümüyle ilgili gerek kozmik odalarda, gerek devletin arşivlerinde, zamanında yapılmış bütün araştırmalar var. Bunlar zamanla ortaya çıkacak.”

‘OTOPSİ HEYETİNDE SEVİL ATASOY’UN OLMASINI İSTEDİM AMA KABUL ETTİREMEDİM’

Adli Tıp Kurumu’nun feth-i kabir işlemi ve sonrasındaki otopsi heyetinde Prof. Dr. Sevil Atasoy’un olmasını istediğini ama kabul ettiremediğini söyleyen Ahmet Özal, ‘tansiyon ilacından öldürüldü’ tespitinin çok önemli olduğunu dile getirdi. Ahmet Özal, “Gerek feth-i kabir gerekse otopsi sırasında Sevil Atasoy’un heyetin içinde yer almasını istedim. Fakat bunu kabul ettiremedim. Niye istemediler açıkçası çok merak ediyorum. Sayın Atasoy’un heyete girmesi lazımdı bence. Aslında yabancı adli tıpçıların da olmasını istedim. Fakat isteğim kabul edilmedi. Rusya, Avrupa, Amerika’da bu işin gerçekten uzmanlarını getirtmek istedim. Bu isteğim de kabul görmedi. Ama raporda bir yığın hataların yapıldığı ortaya çıktı. Ayrıca Sevil Atasoy’un ‘tansiyon ilacıyla öldürüldü’ tespiti çok önemli. Eğer sen birini öldürmek istiyorsan ve arkanda iz bırakmak istemiyorsan ne yaparsın? Tansiyon ilacı buna çok güzel bir örnek. Tansiyon ilacını fazla fazla verirsin ve adamı zehirleyerek öldürürsün. Ama ilginç olan Adli Tıp Kurumu bunu nasıl gözden kaçırıyor? Akıl alır gibi değil.” ifadelerini kullandı.

‘ADLİ TIPTA BU İŞİ ENGELLEMEYE ÇALIŞTILAR’

Turgut Özal’ın cenazesinin çok büyük bir bölümünün bozulmadan kabirden çıkmasını 'Allah’ın bedeni sakladığı' şeklinde yorumlayan Ahmet Özal, bu olayda artık hiçbir şeyin gizli kalamayacağını kaydetti. Özal, şu ifadeleri kullandı: “Soruşturma selametle tamamlanacak. Savcının elinde çok güçlü deliller olduğunu düşünüyorum. Kendisi kararlı ve düzgün bir insan… Adli Tıp'ta da bu işi engellemeye çalıştılar ama engelleyemediler. Bunun üstünü kapatmaya çalışsalar bile başarılı olamayacaklar. Neden olamayacaklar? Bir insanın vücudu öldükten 5 sene sonra kemik kalıyor. Babamın vücudunda 19 yıl sonra bile beyni dahil birçok organını yerinde buluyorlar. Eğer 19 sene çürümesi gereken bir ceset çürümediyse, bunu ancak Allah yapabilir. Allah bunu saklayıp senin önüne çıkarıyor. Dolayısıyla bu olayda artık gizli kalamaz. Eğer sen bunu gizlemeye çalışırsan, Allah’ın gazabına uğrarsın ve engelleyemezsin.”

‘BAŞBAKAN’I DEVLETİMİZE ZARAR VERİRİZ DÜŞÜNCESİYLE YÖNLENDİRDİLER’

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Afrika seyahatine hareketinden önce kullandığı ‘Özal’ı zehirlediler’ sözünü de değerlendiren Ahmet Özal, Başbakan’ın ‘devletimize zarar veririz’ düşüncesiyle yönlendirildiğini iddia etti. Ahmet Özal, “Sayın Başbakan Fas’a giderken basın toplantısında ‘zehirlediler’ kelimesini kullandı. Tayyip Bey bu konuda bir şey biliyor ki söyledi. Adli Tıp Kurumu başkan ve ekibi görevden alındı. Bunlar tesadüf değil herhalde. Başbakan bu işe ağırlığını verirse gerçekler ortaya çıkar. Hükümetten Tayyip Bey’e de ‘bu konuyu kapatalım’ diye baskı gelmiş olabilir. En yakınındaki isimler, hatta kabinedeki partili arkadaşları tarafından. Bazı bakanlar, yıllardır bakanlık yapıyor ya da önemli görevde bulunuyorlar. Bu isimler derin yapının adamlarıdır. Bugün Tayyip Bey’in yanındaki adamlardır bunlar. Onlar bir dönem babamın yanında da vardı. Bu isimler, ‘devletimize zarar veririz’ düşüncesiyle Tayyip Bey’i yönlendirmiş olabilirler. Amaç burada devlete zarar vermek falan değil, derin yapıyı korumaktır. Bence bir noktaya kadar Tayyip Erdoğan’ı tutabildiler.
Bu olay ortaya çıkmazsa Başbakanımızın, Cumhurbaşkanımızın başına gelmeyeceğini kim söyleyebilir. Tayyip Erdoğan’ın ‘zehirlediler’ sözünden şunu anlıyorum: ‘Bu olayın aydınlanması için sonuna kadar gidin’ talimatı verdi.” şeklinde konuştu.

Fethullah Gülen'in sitesinden "Pennsylvania’da eylem hazırlığındakilere" cevap: Çayımız hazır


Değerli arkadaşlar,

Bugün bazı İnternet sayfalarında, Gezi Parkı’ndan hareketle yapılan eylemlerin bir benzerinin muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ikamet ettiği adreste yapılacağına ve kendisinin de protesto edileceğine dair haberler yayınlandı. Bunun üzerine endişe ve merakla karışık pek çok e-mail ve mesaj aldık.

Efendim, hiç merak buyurmayınız. Şimdiye kadar muhterem Hocaefendi’nin huzuruna, başka bir maksatla gelinmeyeceği için, hep sohbet dinlemek ve ilim meclisinden istifade etmek isteyen insanlar geldiler; biz de teşrif edenlere geleneksel misafirperverliğimizin gereği olarak ikramlarda bulunduk. Hazreti Mevlâna’nın yolunda yürüyoruz; dolayısıyla kapımız ve bağrımız herkese açıktır. Elhamdulillah, çay türü ikramlarımız da her zaman mevcuttur.

Hakaret etmemek şartıyla düşünce ve düşünceyi ifade özgürlüğü bizim de her zaman desteklediğimiz bir haktır. Kanunların çizdiği çerçevede ve gerekiyorsa resmi yetkililerden izinle herkes bu hakkı kullanabilir. Meseleyi kin ve nefret söylemine, kavga ve şiddet zeminine çekebilecek kimselerin muhatabı ise emniyet güçleridir. Bulunduğumuz kasaba da asayiş ve huzuru ile meşhur, emniyet güçlerinin hukuksuzluğa asla taviz vermediği bir yerdir.

Dolayısıyla, endişe ve merak edecek bir durum asla söz konusu değildir.

http://www.herkul.org/herkul-nagme/344-nagme-keske-dememek-icin/

26 Haziran 2013 Çarşamba

Öcalan: Çözüm sürecinde ikinci aşamaya geçildi. Karayılan: Öcalan serbest kalacak


BDP heyetinin önceki gün gerçekleştirdikleri İmralı ziyaretinin ayrıntıları dün açıklandı.

BDP lideri Selahattin Demirtaş ve Grup Başkan Vekili Pervin Buldan’ın Öcalan’dan getirdiği mesajda, devam eden çözüm sürecinde ikinci aşamaya geçildiği ve önerilerin devlete sunulduğu kaydedildi. Bazı güçlerin engellemelerine rağmen süreci ilerletmekte kararlı olduğunu belirten Öcalan, “Başarılı olacağımıza da inanıyorum.” dedi. Sürecin her aşamasının şeffaf bir şekilde yürütülmesi gerektiği kaydedilen mesajda Öcalan, olanaklar dahilinde her hafta kamuoyuna bilgilendirme yapmak istediğin söyledi. Şu ifadelere yer verildi: “Bu mesele 100 yıllık bir meseledir. Meselenin tarihi olgulara ve maddi olgulara dayanan gerekçeleri vardır. Herkesin bu ciddiyetle yaklaşması gerekir. Bizim sunduğumuz öneriler, Türkiye halklarının belki de yüzde 90’ının ortak çıkarını temsil eden bir çalışmanın sonucudur.”

Karayılan, Alman basınına konuştu: Öcalan serbest kalacak

Bu arada, terör örgütü PKK’nın Kandil’deki lideri Murat Karayılan, Alman ‘Die Welt’ gazetesine konuştu. “Bütün süreç herkes için özgürlükle sonuçlanacak. Buna liderimiz Abdullah Öcalan da dahil.” diyen Karayılan, ‘tarihi’ olarak nitelendirdiği çözüm sürecinin üçüncü aşamasının tamamlanmasıyla birlikte Öcalan’ın serbest kalacağını iddia etti. “Öcalan’ın önümüzdeki dönemde serbest bırakılmasını mı istiyorsunuz?” sorusuna, “Önemli olan onun daha aktif rol alabilmesi ve bizim hareketimizle daha rahat irtibata geçebilmesi için hapishane koşullarının iyileştirilmesidir.” cevabını verdi.

http://www.hurriyet.com.tr/planet/23581451.asp

25 Haziran 2013 Salı

"Dikkatli ol uyarısı yapıyorsun. Evde mi oturalım! Sokağa çıkmayalım mı?" - Banu Avar


Sayfada bana en çok yöneltilen 3 soru var:

1) Tayyip ABD'nin desteklediği adam. Neden Batı tarafından devrilmek istensin?

2) Dikkatli ol uyarısı yapıyorsun. Evde mi oturalım! Sokağa çıkmayalım mı?

3) Çözüm ne?

Cevaplamaya çalışayım:

1) Batı yekpare değil! Avrupa ve ABD kökenli sermaye güçleri çatışmaktadır. Her dünya savaşında olduğu gibi, şimdi de, güç odakları dünya zenginliklerini paylaşma savaşında! Bu paylaşım kavgası hedef ülkelerde, birinin 'beslediği' lideri öbürünün devirmesini gerektirebilir. Ayrıca Batılı odaklar, Türk milletinin AKP baskı ve şiddetine daha fazla rıza gösteremeyeceği tesbitini yapmıştır. AKP'nin kullanım süresi dolmuştur. Kİm önce davranırsa hızlı yol alır ve Türkiye'de güdümlü bir muhalefet yaratıp kullanır. Yoksa maazallah, Türk milleti gerçek bir muhalefet oluşturup geçen yüzyıl başında olduğu gibi Batıya büyük bir kazık atabilir. İşte bunu önlemenin yolu AKP ile ülkenin içinde sıkışan gazdan kurtulmak, Erdoğan'ı deliğe süpürmektir. Ve yerine bir süre milleti oyalayacak, Y-CHP ve BDP koalisyonuna yer açılır. Yeni bölünme Anayasası o hengâmede çıkarılır. Federe Türk devletine yol alınır. Enazından onların planları budur. O nedenle kendi adamları da olsa Erdoğan'a yol gözükür.

2) Bu süreçte dikkatli olunmalıdır, zira bu planı acilen kıvılcımlayacak olan en uygun araç Yugoslavya'dan bu yana, en son olarak da Mısır'da ABD muhibi Mübarek'i devirmede kullanılan OTPOR teşkilatı, Occupy'cılardır. Mısır’daki meydanda tek slogan ‘DİRENİŞ’di. Ne AB ne ABD ne de küresel sırtlanlara atıf vardı. Tek amaç Mübarek’i devirmekti, yerine CIAnin yeni baronları gelecekti. Bu amaç tüm sloganlara yansımıştı. Meydanda Mısır bayrağından çok sıkılı yumruklu Otpor darbe teşkilatı bayrağı vardı.

Arkalarında tüm dünya medyası baskı ve adaletsizlikten bunalmış halkı twitter ve fb paylaşımlarıyla meydanlara topladılar. Üniversiteler, sanatçılar, stklar arkalarındaydı. El Cezire CNN 24 saat canlı yayında kaldı.Türkiye Mısır’a benzemez. Bayrağına sarınmış, TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE şiarıyla meydanları dolduranları kimse ezemez! Ama; kışkırtanların mutsuzlukları haberlere yansımaya başladı bile!

Demirtaş: ‘Milliyetçiler halkı kışkırtıyor,’ beyanatı verdi.

Occupy ya da Otpor ‘dişrenişçilerinin hedefi, 'Yeter!' diyen halkı sokağa dökmektir. Binbir işkenceyle karşılaşan halk kitlesi an an büyüyecektir. Ama siyasi önderi yoksa ve tabandan bir örgütlenme içinde değilse kalabalıklar kolayca eriyecektir.

Ukrayna'da, Gürcistan'da, Kırgızistan'da ve Tahrir'de olduğu gibi... Tahrir'de Google kuzey Afrika pazarlama müdürü Vail Gonim iş başındaydı. Mübarek kafese sokulup Tahrir boşalırken: 'Şimdilik işim bitti!' demişti. İşte uyarımız bunun içindir. Kitleyi yönlendirenlere dikkat edilmelidir. Bu uyarıyı yaptığımız için bize olmadık hakareti yapanlara, Reyhanlı'da sus pus olan Batı basınının, Taksim için neden dünyayı ayağa kaldırıp 'Arslan Türkler! Çılgın Türkler!' diye gaz verdiğini düşünmelerini öneririz.

Uyarımız bunun içindi...

3) Çözüm isteyenlere Attila İlhan’ın sözü çok nettir: ‘Yurttaşlık bilincin bulanmadıysa çözümü başkalarına sorarak değil, kendin bulabilirsin!’ Çünkü bunun için dünyadaki tek önder bizdendir. Adı: Mustafa Kemal’dir. Çözümü yazmıştır.

Somuta inersek ben 1970'leri yaşamış biri olarak ‘Gençlik Hareketi’ dalgasında darbe yemiş olanlardan biriyim. O nedenle bir SINIF olmayan Gençlik hareketlerini yardımcı konumda görmeyi acı deneylerle öğrendim. Gençlik büyük bir güçtür , onsuz olunamazdır.. AMA, esas mesele SINIFSALDIR. Ezilen sınıflar kitle hareketlerinde esastır. Onlarla yakın bağı olmayan hiçbir hareket başarıya ulaşamayacaktır. işte tam da bu nedenle PARTİLERÜSTÜ bir platform oluşturulmalı ve yürütmesinde HALKIN bağrından unsurlar olmalıdır. Bunlar: İşçi Köylü esnaf memurdur, öğretmendir doktordur veterinerdir ziraatçıdır.

Yıllardır her hafta 3-4 ile işte bu nedenle gidilmiştir. Özellikle son iki yılda tüm Anadolu’da bu insanlarla örgütleriyle, ve en önemlisi tek tek ŞEHİT ANALARIMIZLA, AİLELERİMİZLE temas edilmiştir.

Bu dostluk gittiğimiz yerlerde birlikte hareket etmeye ve birlikte toplantılar yapmaya varmıştır.

Şimdi artık, özellikle gençlerimizi, kadınlarımızı ve halkı oluşturan diğer unsurları ŞEHİT AİLELERİ etrafında bütünleştirme zamanıdır. En büyük desteği verenler adı bende saklı fedakâr sendikacı dostlar ve sendikaları, yurdun dört bir yanında örgütlü Yörük Türkmen Dernekleri , Eğitim sendikaları, ADD şubeleri, Cumhuriyet Kadınları şubeleri Kafkas ve Balkan dernekleri olacaktır.

Birbirini tanımayan insanlardan oluşan kitleler sokaklara çıkar ve evlerine dönerler.

Oysa il il, ilçe ilçe şehit aileleri dernekleri etrafında birleşmiş örgütlü kitle ne yapacağını, nasıl yapacağını bilir!..

http://www.guncelmeydan.com/pano/selamlar-banu-avar-t34627.html#p156491

"Mehmet Altan: Türkiye’de rejim demokratik değil..."


"Bir ülkede bir devlet başkanı veya başbakan herkesi kendine benzetmeye başladığı vakit, insanın insan olmaktan doğan hak ve hukuku ortadan kalkar."

http://www.gazeteciler.com/roportaj/turkiyede-rejim-demokratik-degil-67763h.html

"Gülen, Kürtçe gazeteye konuştu: Temel hak ve hürriyetler pazarlık konusu olamaz"


Temel hak ve özgürlüklerin pazarlık konusu yapılamayacağını vurgulayan Fethullah Gülen, anadilde eğitim hakkının adil olmanın gereği olduğunu ifade etti.

Erbil'de Kürtçe yayınlanan Rudaw Gazetesi'nden Rebwar Kerim'in barış süreci, Ortadoğu'daki gelişmeler ve bölgedeki hizmet faaliyetleri hakkındaki sorularına cevap veren Fethullah Gülen, "Türk ve Kürt olmak irademiz dışındayken bunları ayrım sebebi yapmak garabet." diye konuştu ve Türkiye'nin dünya genelinde Kürtlerin hakkını koruyan bir rol üstlenmesinin yerinde olacağına dikkat çekti.

"Çözümün anahtarı, kendimiz için istediğimizi başkası için de istemekte." diyen Gülen, anadilde eğitimin ilke planında kabul edilmesinin, devletin vatandaşlarına karşı adil olmasının gereği olduğunu, bunu kabul ettikten sonra pratikte karşılaşılabilecek problemlerin ayrıca ele alınabileceğini belirtti. Kürtlerin dünyaya açılmasında Türkiye'nin bir kapı olması gerektiğini ifade eden Gülen, "Türkler, Kürtlerden önce Kürt meselesine sahip çıkmalıdır." dedi.

KUCAKLAYICI VE SABIRLI OLMAK LAZIM

Fethullah Gülen, röportajda şu ifadeleri kullandı: "Yıllardan beri bölgede akmakta olan kan ve gözyaşının dinmesine yönelik faaliyetleri desteklememek mümkün değil. Geçmiş acıların geleceğimize set olmasına engel olmak, ufka bakıp yapıcı faaliyetler ortaya koymak esastır. Samimiyet, karşılıklı saygı, bir hadis-i şerifte ifade buyrulduğu gibi, kendimiz için istediğimizi başkaları için de istemek, kendimiz için istemediğimizi başkaları için de istememek, hattâ bunun da ötesinde Kur'ân-ı Kerim'de övülen ve Medine'de Ensar'ın çok önemli bir vasfı olarak zikredilen karşımızdakini kendimize tercih temellerinde davranmak, problemlerin kökünü kesecek ve onları kurumaya, bitmeye mahkûm hale getirecektir inancındayım. Türk ve Kürt sivil toplum kuruluşları, bu temellerde bir zeminin hazırlanması, insanların bu temeller üzerinde kaynaşması, hatta âdeta fertlerin görünmediği kurşundan bir bina gibi bir birlik meydana getirilmesi istikametinde gayret göstermelidir.

Ayrıca, söz ve tavırlarda asla incitici olmama, herkesi kucaklayıcı ve sabırlı davranabilme de çok önemlidir. Herkesin çok dikkatli ve temkinli olması, kışkırtmalara gelmemesi lazımdır. Bağırıp çağırmalarla ve sloganlarla problemler çözülmez. Meselenin üzerine bağırıp çağırarak, yakıp yıkarak ve öldürerek değil, akıl, feraset ve şefkatle gidilmelidir.

TARAFLAR BİRBİRLERİNİN HİSSİYATINA SAYGI GÖSTERMELİ

Güvenlik ortamının da peyderpey tesis edilmesinden azami ölçüde istifade ederek; başta eğitim olmak üzere, her türlü ekonomik, sosyal, kültürel ve manevi münasebetleri geliştirmek gerekir. Bu maksada yönelik olarak, ma'şeri vicdanın Gönül Köprüleri adını verdiği, Batı'dan Doğu'ya, Doğu'dan Batı'ya ortak projeler hayata geçirilmeli; mevcutların kapasite ve hedefleri geliştirilmelidir.

Kürtlerin yoğun olduğu bölgelerin de birer cazibe merkezine dönüştürülmesi, özellikle de eğitimin cazip hale getirilmesi çok önemlidir. Zira, mevcut eğitim problemleri çözüldüğü zaman pek çok mesele de çözülmüş olacaktır. Dünden bugüne işsiz, güçsüz, okuyamamış insanlar büyük ölçüde kendilerini itilmiş, ikinci sınıf gibi görmüşlerdir. Halbuki bölgenin insanları, geçmişte önemli medeniyetlere beşiklik yapmış çok zeki insanlardır. O psikolojik havadan ve bazıları itibarıyla içine düştükleri kompleksten de onları kurtarmak lazımdır. Bu yapılırken de, kardeşlik ve eşitlik prensiplerinin gereği olarak; taraflar birbirlerinin hissiyatlarını rencide edici davranışlardan uzak durmalıdır.

İNSAN HAKLARI VE HÜRRİYETİ CENAB-I ALLAH'IN HEPİMİZE BAHŞETTİĞİ HAKLARDIR

Etnik ve mezhep temellerinde ve başkaları aleyhine her türlü ileri faaliyet veya yayılma gayretinden, kışkırtmaya, kavgaya, mücadeleye ve çatışmaya zemin hazırlamaktan, alet olmaktan ve girmekten şiddetle sarf-ı nazar edilmesi gerekiyor. Hem ülkeler içinde, hem bölgemizde daha fazla ayrılık ve fitne tohumlarının ekilmemesi ve yeşertilmemesi konusunda da a'zamî dikkat gösterilmesi icap ediyor. Modern dönemde yaşananların tersine, Ortadoğu halklarının beraberce, sulh içinde yaşamaya dair güçlü tarihî ve geleneksel değerleri vardır. Kürt, Türk, Arap, Hristiyan, Müslüman ve Musevîler beraber yaşama kültürüne sahiptirler. Bu kültürel değerleri yeniden keşfedecek, onları yeniden hayata geçirecek "eğitim modellerine ve sivil toplum kuruluşlarına" ihtiyaç vardır.

Bu noktada çok mühim bir husus da şudur: İnsanların hakları ve hürriyetleri, kimsenin, hiçbir gücün onlara bahşedeceği ve dolayısıyla başkalarından beklenecek şeyler değildir. Bunlar, yaratanımız ve yaşatanımız olan Cenab-ı Allah'ın insan olarak hepimize bahşettiği haklardır, özgürlüklerdir. Peygamber de olsa, insan ve yaratılmış olma konusunda herkes, ama herkes, birbirine eşittir. Bu eşitliği baştan tanımadan adalet de, hukuk da olmaz. O bakımdan, söz, tavır ve davranışlarımızda lûtfedici imajı uyarmaktan uzak durmak; bu temel hak ve hürriyetleri başka değerler karşısında pazarlık unsuru olarak görmemek ve kullanmamak, diğer taraftan da, meşru olmayan, evrensel hukuk sınırlarının dışında ve bilhassa şiddet ihtiva eden yollardan her ne maksatla olursa olsun kaçınmak elzemdir.

KENDİ MENFAATLERİ UĞRUNA HALKLARI BOĞUŞTURUYORLAR

Sadece Türkiye, Kürt kardeşlerimiz ve Irak Kürdistanı olarak değil, bütün bir âlem-i İslâm olarak belki birkaç asırdır en ızdıraplı ve acı dönemlerimizi yaşıyoruz. Problemlerimiz, her tarafta aynı: cehalet, fakirlik ve tefrika. Bu problemlerle birlikte ümitsizlik; hile, aldatma ve karşılıklı güvensizlik; karşılıklı düşmanlık ve aleyhtarlık; düşüncede, içtimaî, iktisadî ve siyasî hayatta baskı, istibdat ve zulümler, dolayısıyla fikrî, ilmî, içtimaî, iktisadî ve siyasî terakkinin önünün tıkanması, ferdî inkişaflara imkân tanınmaması ve şahsî menfaatlerin önde tutulması, kaç asırlık acınası halimizin diğer veya yan sebepleri olarak varlığını koruyor. Bu problemler, bu dünyanın ayağa kalkmasını istemeyenler, kendi menfaatleri uğruna birbirleriyle boğuşmasını arzu edenler tarafından da sürekli körükleniyor. Arab'ı, Türk'ü, Kürd'ü, Acem'i vb. olarak problemlerimizin, bunların sebeplerinin ve çözüm yollarının ne kadar farkında olduğumuz da sorgulanabilir bir husustur.

İDEOLOJİK PROPAGANDA BİZİM DÜNYAMIZDA YER ALMAZ

Tarih boyunca insanlığa faydalı olmak adına yapılan yardımseverlik faaliyetleri hemen her zaman belirli bir dünya görüşünü empoze etmekle suçlanmıştır. Çalışkanlık, dürüstlük, diğergamlık gibi hemen herkesin olumlu göreceği hasletlere vurgu yapan çalışmalar, projeler bile bir kesim tarafından endoktrinasyon olarak adlandırılmıştır. Ortada aykırı bir ideoloji ve bu ideolojinin propagandası bahis mevzuu olmuş olsaydı, böylesine hassas şartlarda, fertlerin bile mahremlerine kadar gözlenip takip edilebildiği bir dünyada, istihbarat servislerinin her türlü gözleme ve takip imkânına sahip bulunduğu bir zeminde bunun gizli kalabilmesi mümkün olabilir miydi ve mümkün müdür? Yarım asrı aşkın bir süredir böylesi ithamları haklı çıkaracak tek bir emare ortaya konamamışsa, bu ithamların hâlâ ne ifade ettiğine yüksek idrak ve insaflarınızı rahatlıkla hakem kabul ediyor; hükmü ve kararı gönül rahatlığı içinde yüksek idrak ve insaflarınıza bırakıyorum.

Kaldı ki "ideolojik propaganda" ifadesinin bizim ıstılâhımızda olmadığını da hatırlamak gerekir. Hizmet hareketi ahlâki gelişim, sulhun yayılması ve gelişmiş dünyayı yakalayabilecek kaliteli bir eğitimin, yerel değerlere ve hukuka saygı içerisinde verilmesi gibi gâyelere sahiptir. Irak'ta da gâye aynıdır. İdeolojik propaganda bizim ait olmadığımız bir düşünce dünyasından gelir. Biz onu bilmeyiz. Çatışma çözümünün, diyalog ve konsensüsün, cehaletle mücadelenin; ilmî ve teknolojik gelişmeler için uygun ortam hazırlamanın, huzur, emniyet ve barışın yanında olmanın ideolojik propagandayla telif edilmesi mümkün değildir.

KÜRTLER TARİHSEL KARDEŞLİĞİMİZE SAHİP ÇIKTI

Takip edebildiğim kadarıyla, Kuzey Irak'taki okullar dünya ile entegrasyonun yanında yerel kültürün yaşaması felsefesi ile hareket etmektedir. Bu meyanda bu okulların düzenlediği Kürtçe şöleni gibi aktivitelerde gösteriyor ki ideolojik ya da başka tür başkalaştırma faaliyetleri bu okulların açılış felsefesinden fersah fersah uzaktır. İşin doğrusu, bölgedeki dost ve kardeşlerimizin basireti de geçen yirmi yılda, bu okulların bölgede sahiplenilmesinde çok önemli bir faktör olmuştur. Tarih boyunca inanç ve dert ortağı olduğumuz Kürtler, güftugulara hiç aldırmadan, Anadolu'nun temiz sinesinden süzülerek gelen ve Kürt coğrafyasına yeşeren bu okullara daima gönülden sahip çıkarak tarihsel kardeşliğimizi bir kez daha göstermişlerdir.

HALEPÇE VE ENFAL İÇİN ÇOK GÖZYAŞI DÖKTÜM

Büyük bir köyü andıran bir dünyada, asırlarca birbirleriyle savaşmış Avrupa devletlerinin beraberlik, hattâ siyasî birlik peşinde olduğu bir dünyada, (Kürt veya Türk olmak elimizde ve bizim tercihimize bağlı değilken, ana dil olarak Türkçe veya Kürtçeye sahip bulunmak elimizde, tercihimiz ve irademiz dahilinde gerçekleşmemişken) Türk veya Kürt olmayı, Türkçe veya Kürtçe konuşuyor olmayı bir ayrım sebebi yapmak, garabetten ve hepimizin zararına olmaktan başka ne manâya gelir?

Bu coğrafya tarih boyunca farklı din ve kültürlerin barış içerisinde yaşayabildiği bir coğrafya olmuştur. Türkler ve Kürtler tarihi süreç içinde birbiriyle kaynaşmış ve ortak sevinç, üzüntü ve tarihi yaşamışlardır. Ahmed-i Hani, Molla Cezeri, Fakih-i Tayrani, Molla Halid-i Bağdadi, Selahattin Eyyübi ve Bediüzzaman Said-i Nursi gibi ışık şahsiyetler daima Kürtlerin, Türklerin, Arapların ve diğer unsurların birlikte yaşamasına katkı sağlamış ortak değerlerimizdir.

İki halk arasındaki ilişkiler son 100-150 yıldır yara alsa da tarihi bağlarından dolayı kolay kolay koparılamayacak kadar güçlüdür. Nitekim, Büyük halk ve Peşmerge göçünde Anadolu insanının Kürtlere sinesini açması ilişkilerin normalleşmesinde önemli bir ivme olmuştur. Fakir, Halepçe ve Enfal için çok gözyaşı döktüğü gibi, hemen bütün Anadolu insanının da bu acı hadiseler karşısında bağrı yanmıştır.

İlişkilerin yeniden güçlenmeye başladığı günümüzde sadece güvenlik merkezli mevcut sorunların giderilmesi değil kültürel ve tarihi bağların da yeniden kuvvetlendirilerek tekrar kopmaz hale getirilmesi gerekir. Burada Türkiye'ye düşen kendi Kürt vatandaşlarına gerekli hak ve özgürlükleri tanıması kadar dünyanın diğer bölgelerinde de sıkıntı çeken Kürtlere yardım elini uzatması; siyasi, dini, etnik sebeplerle sıkıntıya maruz kalan Kürtlerin haklarını başta BM olmak üzere uluslararası organizasyonlarda koruması ve hakkaniyet adına onların da temsilcisi olmasıdır. Evet, aramızda ayrılıklara asla yer vermemek ve tek bir bütün teşkil edebilmek için ne yapsak değer. Şu kadar var ki, mesele sadece siyasî açıdan ele alınmak ve değerlendirilmekle de kalmamalı; sadece devlet yetkililerine bırakılmamalı; STK'lar, iş adamları, muallimler, kanaat önderleri, Diyanet teşkilatı, öğrenciler, kısaca toplumun hemen bütün kesimleri birliğimizin pekiştirilmesi için ellerinden geleni yapmalı; aramızda daima gönül köprüleri kurulmalı; düşmanlığa düşman olunmalı; her türlü iftirak faktörlerinden uzak durulmalıdır. Kürtlerin meselelerine onlardan önce Türkler sahip çıkmalı; Türklerin yanında da Türklerden önce Kürtler bulunmalıdır. Gelecekte, eğitim ile başlayan ilişkiler akademik, kültürel ve ekonomik alanlarda yapılacak çalışmalarla geliştirilebilir. Türkiye bu noktada Kürtler için dünyaya açılan kapı olabilir.

ANA DİLDE EĞİTİM ADİL OLMANIN GEREĞİ

Anadilde eğitimin ilke planında kabul edilmesi devletin vatandaşlarına karşı adil olmasının gereğidir. Ancak pratikte karşılaşılabilecek problemler ayrı değerlendirilmelidir. Mesela, anadilde eğitim için o dilde eğitim verebilecek yetkin ve yeterli öğretmenler yetiştirilmelidir. Zira, öğretmen kadrosu anadilde eğitim vermeye yetersiz ise iyi niyetli çabalar geri teper ve yapılmak istenenin tersi bir sonuç verir. Öte yandan Kürt anne-babaların da evlatlarına Türkçe öğretmek konusunda hassas olmaları gerektiğini vurgulamak ihtiyacı hissediyorum. Dünyanın birçok ülkesinde ülkenin resmi dilini akıcı bir şekilde konuşamayan topluluklar vardır ancak bunlar önemli sıkıntılar yaşamaktadırlar. Genel olarak sosyoekonomik seviyeleri gerilerde kalmaktadır. Almancayı iyi konuşamayan Almanya'daki ilk kuşak Türkler, İngilizceyi iyi konuşamayan ABD'deki Hispanikler gibi. Kürt vatandaşlarımızın evlatlarına değil Türkçeyi, İngilizceyi, Arapçayı da öğretmeleri, onların istikballeri adına çok faydalı olacaktır."


http://www.haberturk.com/gundem/haber/854972-temel-hak-ve-hurriyetler-pazarlik-konusu-olamaz

"Alman Ordusu iç patlamaya doğru gidiyor"


Almanya'da insansız hava araçlarından (İHA) dolayı eleştirilerin hedefinde olan Federal Savunma Bakanı Thomas de Maiziere’ye bir darbe de Alman Ordusu’ndaki komutanlardan geldi.

Alman Ordu Sendikası’nın Chemnitz Teknik Üniversitesi Siyasi Bilimler Enstitüsü’ne yaptırdığı araştırmada yüksek rütbeli komutanların orduda yürütülen reformlardan memnun olmadığı ortaya çıktı.

Araştırmaya katılan yaklaşık 2 bin 300 üst rütbeli komutan ve sivil yöneticinin dörtte üçlük bölümü reform planlarında değişiklikler ve düzenlemeler yapılmasından yana. Savunma bakanının reformunu olumlu bulanların oranı ise yüzde 8’de kaldı.

Araştırma sonucunu basına tanıtan Alman Ordu Sendikası Başkanı Ulrich Kirsch, bu rahatsızlığın ana sebebinin asker ve personel sayısının azaltılması olduğunu söyledi. Alman Ordusu’nun ‘iç patlamaya’ doğru ilerlediğini savunan Kirsch, reformların 2017 yılında tamamlanmasına kadar 10 bin yeni süreli iş yeri oluşturulmasını talep etti. Reform planların kökten değiştirilmesine, ‘reformun reformuna’ karşı olduğunu ifade eden Kirsch, “Bu Alman Ordusu’nun omurgasını dağıtır.” dedi.

TU Chemnitz Siyasi Bilimler Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Gerd Strohmeier, bir önceki ile yeni araştırmanın arasındaki farklara dikkat çekti. “İkinci araştırmanın sonuçları endişe verici. Siyasi bir düzenlemeye ihtiyaç olduğu bariz ortada.” diyen Strohmeier, şu sonuçları aktardı: “Katılımcıların yüzde 83’ü mesleki açıdan geleceğe yönelik planlama yapabilmek için daha iyi imkan talep ediyor. Yüzde 73’lük bölüm ise aile ve mesleğin birlikte götürülebilmesi için daha iyi şartlar isterken, maaşlarının artırılmasını dile getirenlerin oranı yüzde 43’ü oluşturdu.” Yakın çevresindeki insanlara askerlik mesleğini önereceklerin oranının ise yüzde 17’de kalması dikkat çekti.

Alman Ordusu’nda yapılan reformlar çerçevesinde 1 Haziran 2011’den itibaren zorunlu askerlik kaldırıldı. Ayrıca asker ve sivil personelin sayısı 250 binden 185 bine düşürülmesi planlanıyor.


http://www.haberturk.com/dunya/haber/855170-alman-ordusu-ic-patlamaya-dogru-gidiyor

Beyaz Saray: "Erdoğan ve Obama telefonda basın özgürlüğünü konuştu"


Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile ABD Başkanı Barack Obama dün sürpriz bir telefon görüşmesi yaptı.

Beyaz Saray, görüşmede şiddetten uzak durulması ile basın özgürlüğü gibi konuların ele alındığını açıkladı.

Beyaz Saray, ABD Başkanı Barack Obama ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan arasında dün gerçekleşen görüşme ile ilgili açıklama yaptı.

Görüşmede şiddetten uzak durulması; ifade, toplantı ve basın özgürlüğünün önemi üzerinde durulduğu belirtildi.

Obama’nın, Başbakan Erdoğan’ı araması üzerine gerçekleşen ve 1 saat süren uzun telefon görüşmesiyle ilgili Başbakanlık’tan yapılan yazılı açıklamada, “Başbakanımız Sayın Erdoğan, görüşme vesilesiyle, Gezi Parkı’yla ilgili olaylar hakkında da ABD Başkanı Sayın Obama’ya bilgi vermiştir" ifadeleri kullanılmıştı.

Başbakan Erdoğan da AK Parti TBMM Grup Toplantısı'nın ardından, gazetecilere Obama ile görüşmesiyle ilgili olarak "Obama Gezi Parkı'nı benden dinledi" açıklamasında bulunmuştu.

http://www.haberturk.com/dunya/haber/855214-beyaz-saray-o-telefon-gorusmesini-acikladi

Kate Mullen: TOMA’nın önüne neden geçtim?


İstanbul’daki Gezi Parkı gösterilerinin ilk günlerinde bir TOMA’yı karşısında durup kollarını açarak durduran kadın gösterilerin sembollerinden birine dönüştü.

Üzerindeki siyah elbise nedeniyle ‘siyahlı kadın’ olarak adlandırılan kadının kimliğiyle ilgili farklı bilgiler veren haberler yayınlandı.
‘Siyahlı kadın’ olarak bilinen Kate Cullen BBC Türkçe’ye kimliği ve gerçekleştirdiği eylemle ilgili konuştu.
‘Değişim programı öğrencisiyim’
Cullen Avustralyalı bir öğrenci olduğunu söylüyor.
Sydney’de sosyoloji okuyormuş. 21 yaşında bir Avustralyalı. Üniversitede okurken resepsiyonistlik gibi yarı zamanlı işlerde çalışıyormuş.
İstanbul’a geliş nedeni ise eğitim.

2012 Eylül'ünde İstanbul’a geldiğini ve öğrenci değişim programı kapsamında Koç Üniversitesi’nde eğitim gördüğünü aktaran Cullen, ''Başlangıçta sadece bir sömestir kalmayı planlıyordum ama bu kentin, insanların ve kültürün içinde yaşadıktan sonra bir yıl boyunca kalmaya karar verdim'" diyor.
‘Avustralya’da da eylemlere katılmıştım’
İlk eylemi değil Cullen'ın Gezi Parkı gösterileri. Cullen, Sydney’de birkaç gösteriye katıldığını, Avustralya'nın ''sığınmacıların ülkeye gelir gelmez gözaltına alınması politikasını'' protesto etmek için sokağa çıktığını, ayrıca ailesiyle Irak savaşı karşıtı gösterilere ve Sydney'deki Occupy - İşgal eylemlerine katıldığını anlatıyor.
‘Beni binaya sokup yardım edenlerden ilham aldım’
Peki Gezi Parkı eylemlerine nasıl yer almış Cullen?
Mayıs ayı sonunda protestolardan haberdar olduğunu, bazı arkadaşlarının da eylemlere katıldığını anlatıyor ve şöyle devam ediyor:
''Mayıs ayı boyunca İstiklal Caddesi’nde kesinlikle şiddet içermeyen eylemlerde polisin göstericilere sürekli gazla müdahale ettiğini gördüm. Ben de bir akşam Cihangir’deki evime dönerken gaza maruz kaldım. Hayatımda hiç böyle bir şey yaşamamıştım. Acı gözlerimi yakıyordu ve nefes alamıyordum. Şansıma bir adam beni tutup bir binaya soktu. Binada bir grup insan vardı. Bana, gözlerime sıkmak için limon ve yanığı yatıştırmak için süt verdiler. Burası muhtemelen İstanbul’daki LGBT topluluğunun merkeziydi. Bana kim olduğumu sormadılar. Bana yardıma ihtiyacı olan bir insan olarak davrandılar. Tük veya yabancı, erkek veya kadın, eşcinsel veya heteroseksüel, Hristiyan veya Müslüman olmama bakmaksızın bana eşit bir şekilde sevgiyle yaklaştılar. Bu grubun iyiliğini, gücünü, kararlılığını deneyimimle gördükten sonra, ben de onlardan ilham aldım. Kendilerine çok minnettar olduğum bu insanlara dayanışmak ve gerçekten inandığım bir şey için ayağa kalkmak isteğim alevlendi.''
'Hayatımda hiç böyle bir ruh hali görmemiştim’

Cullen, daha sonra Cuma, Cumartesi ve Pazar günkü gösterilere katılmış. Ocak ayından bileti varmış Orta Amerika seyahati için. 'Tencere ve tavalarla şarkılar söylediğini, gazlı müdahaleye maruz kalan eylemcilere limon yardımı yaptığını söylüyor.
Hayatında daha önce tanık olmadığı bir dayanışma, birliktelik ve iyimserlik duygusundan söz eden Cullen, şöyle devam ediyor:

''Beni en fazla etkileyen hayatın farklı kesimlerinden insanların gösterilere katılımıydı: Genç ve yaşlı, Beşiktaşlı ve Galatasaraylı, dindar (Üzerinde ‘Kapitalizme Karşı İslam’ yazan pankartı taşıyan bir grup başarötülü kadının yürüdüğünü ve Cihangir’deki cami önünden geçerken herkesin onları alkışladığını hatırlıyorum) ya da değil… Polis daha fazla gazladıkça ve daha fazla tazyikli su sıktıkça insanlar şiddete karşı şiddetsiz bir direniş için daha fazla birleşti ve kararlı hale geldi. Gerçekten öyle iyimser bir duygu vardı ki insanlar dayanışma içinde olmanın gücünü farkettiler.''
‘Fotoğrafçıları görünce TOMA’nın önüne geçtim’
Cullen, eylemlerin önemli simgelerinden biri haline gelen fotoğrafın çekildiği anı ise şöyle anlatıyor:
''Bu fotoğraf Cumartesi sabahı çekildi. Cuma gecesinden beri gösterilerdeydim ve henüz uyumamıştım. O gece üç ayrı olayda gazlanmıştım. Göstericiler birlik duygusu içinde bu harekete bir şey borçlu olduğumu hissettim. Kalabalık bir grup olarak Alman Hastanesi’nin yakınlarında bir TOMA’nın önünde slogan atıyorduk. Hepimiz Türk medyasının bu protestoların hiçbirini yayınlamadığını ve olayların medya üzerinden yayılmasının ne kadar önemli olduğunu biliyorduk.''

''Ayrıca iki insanın öldüğünü duymuştum ve dünyanın yaşanlardan haberdar olması gerektiğini biliyordum. TOMA yakınında kalabalık bir grup fotoğrafçı olduğunu farkettim ve şiddete rağmen eylemlerin barışçıllığını vurgulamak için TOMA’nın önünde durup ellerimi açmaya karar verdim. Korkmadım. Gerçekten su sıkacaklarına inanmamıştım ama sıkarlarsa da fotoğraf olağanüstü olur diye düşünmüştüm.''
‘O artık benim fotoğrafım değil’
Fotoğrafın gösteriler açısından sembole dönüşeceğini tahmin etmediğini belirten Cullen bu dönüşümle ilgili şu yorumu yapıyor:

''Bu fotoğraf artık benimle ilgili değil. Daha genel olarak düşünürsek benim eylemim kesinlikle hiçbir şey değil. Aynısını ve daha fazlasını yapan binlerce göstericiden daha cesurca değil. Siyahlı kadın artık ben değilim. O artık beni eve çekip limon veren adam, gururlu bir şekilde yürüyen anti-kapitalist Müslüman kadın, bana ses çıkarmak için tencere veren başörtülü yaşlı kadın ve inandıkları için ayağa kalkan ve sokaklara giden her bireydir.''

Şu anda Orta Amerika’da tatilde olduğunu belirten Cullen Sydney’de yaşamaya devam edeceğini, Türkiye’de yaşama planı bulunmadığını ama Türklerin kendisinin favori milleti, Türkiye’nin de favori ülkesi olduğunu, bu yüzden Türkiye’ye yeniden gelmek istediğini söylüyor.
Cullen, ''Türkiye’de olsaydım kesinlikle gösterilere yine katılırdım. Kalbim hala insanların gösteri düzenlediği İstanbul ve Türkiye’de'' yorumunu yapıyor.


http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/06/130624_siyahli_kadin.shtml

Financial Times: Türkiye, Brezilya, Mısır... Tüm bunlar bir rastlantı olamaz - BBC Türkçe


Financial Times yazarlarından Stefan Wagstyl, Türkiye ve Brezilya'daki gösterileri gelişmekte olan ekonomilerde görülen protesto eylemlerinin ışığında değerlendiriyor.

“Artan refah her zaman daha özgürlükçü bir siyaset getirmiyor” başlığını taşıyan yazı, “Dünyanın gelişmekte olan pazarları daha önce görülmemiş protestoların pençesinde” tespitiyle başlıyor ve şöyle devam ediyor: Bugün Brezilya, birkaç gün önce Türkiye'ydi. Ondan önce de Rusya, Endonezya, Hindistan ve Güney Afrika. Bu ülkelerin hepsi son bir yılda büyük gösterilere sahne oldu. Ondan önce de Arap Baharı vardı. Farklı siyasi, ekonomik ve sosyal koşullara sahip ülkeler arasında benzerlikler kurmak tehlikeli. Rusya lideri Vladimir Putin geçen yıl üçüncü kez seçilmiş olsa da, otoriter rejimi Brezilya, Türkiye, Hindistan ve hatta Endonezya'da görülen demokratik çoğulculuğa pek benzemiyor. Türkiye ve Ortadoğu'da anahtar önemde rol oynayan İslamcı güçler, başka yerlerde kayda değer değil. Güney Afrika Apartheid rejiminin zehirli mirasının acısını çekiyor. Brezilya ve Rusya'da göstericilerin hedefi resmi düzeydeki yolsuzluk. Hindistan ve Endonezya'da ise sorun kesilen yakıt yardımlarıydı.

TESADÜFTEN FAZLASI
Financial Times yazarı, gelişmekte olan ülkelerdeki bu farklı sorunlara karşın, bu protesto dalgasının bir tesadüften fazlası olduğu görüşünde. Gösterilerin diğer gösterileri beslediğini belirten Waghstyl, 1960'ların sonunda Avrupa'da görülen eylemler ve 1989-1991 yılları arasında Doğu Avrupa'da görülen komünizm karşıtı gösterilerin hızla sınırları aştığını hatırlatıyor.

“Yetkililer bilgiyi bastırmak için hızla hareket geçebiliyor. Körfez ülkeleri Arap Baharı sürecinde bunu yaptılar. Ama mobil iletişim ve internet eylemcilere avantaj sağladı” diyen yazar şöyle devam ediyor: Eylemler, ekonomik sıkıntı çekildiği bir dönemde yapılıyor. Gelişmekte olan ekonomiler kalkınmış dünyadan daha hızlı büyüyor ama onlar da, Arap ülkelerinde gençler arasındaki işsizlikten, Brezilya'daki yetersiz kamu hizmetleri ve Hindistan'da sübvansiyonların büyüttüğü bütçe açığına, mali zorluklarla yüz yüze. Suudi Arabistan'ın başını çektiği birkaç petrol zengini ülke protestoları büyük kamu harcamalarıyla bastırabilir ama diğer hükümetler taviz vermek zorunda.

UZUN SÜRELİ İKTİDARLARIN SONUCU
Stefan Wagstyl gösterilerin bir nedeninin de, eylemlerin görüldüğü ülkelerde uzun süredir iktidarda bulunan hükümetlerin gençlere miadını doldurmuş gibi görünmesi olabileceğini belirtiyor ve Putin'in 2000, Erdoğan'ın 2002, Brezilya'da da İşçi Partisi'nin 2003'ten bu yana iktidarda bulunduğunu hatırlatıyor. Güney Afrika'da da Afrika Ulusal Kongresi'nin 1994'ten bu yana ülkeyi yönettiğini belirtiyor.

Yazı şöyle sona eriyor: Güney Afrika, Brezilya, Türkiye ve Rusya'da kişi başına düşen yıllık gelir 12-18 bin dolar düzeyinde. Bu düzey yükselen orta sınıfın daha fazlasını talep ettiği bir seviye. Temel ihtiyaçları büyük oranda giderilince, daha geniş bir çerçeveden bakmaya başlıyor, daha iyi kamu hizmeti, sosyal özgürlükler, siyasi katılım ve polis zulmüne son verilmesini istiyorlar. Tarih bu taleplerin ekonomik kalkınmanın normal, doğal sonuçları olduğunu gösteriyor. Ama hiç şüphesiz tarih geleceği belirlemiyor. Rusya ve Çin gibi hammadde zengini ülkeler siyasi özgürleşmeye direnmekte başarılı olabilirler ki bazı Körfez ülkeleri bunu başardı. Sosyal, siyasi ve ekonomik özgürleşme yanlıları için hiçbir şey garanti değil. Ama zaman onların yanında.


http://www.hurriyet.com.tr/planet/23581218.asp

23 Haziran 2013 Pazar

Yasadışı Dinlemeleri Araştırma Komisyonu: Dinleme engellenemez


Yasadışı Dinlemeleri Araştırma Komisyonu'nun hazırladığı raporda, "yasadışı dinlemeler belli ölçüde sınırlandırılabilir ama bütünüyle engellenemez" tespiti yer aldı.

Meclis Yasadışı Dinlemeleri Araştırma Komisyonu, taslak sonuç raporunu tamamladı. Raporda, yasadışı dinlemede kullanılan böcek türleri tanıtıldı, özel hayatın gizliliğini korumak için önerilere yer verildi.

Komisyon, 4 aylık çalışmasının ardından hazırladığı raporda "yasadışı dinlemeler belli ölçüde sınırlandırılabilir ama bütünüyle engellenemez" tespiti dikkat çekti.

Türkiye'nin siber güvenlik tehdidi altında bulunan ilk 10 ülke içinde yer aldığı tespitine yer verildi.

Raporda böcek türleri de şemalarla tanıtıldı.

Optik böcek: Bir lamba veya floresan içine gizlenir, ortam verilerini ışık titreşimleri şeklinde dışarıya aktarır.

Ultrasonik böcek: Veriyi, akustik bir iletken kullanarak (kalorifer borusu veya metal aksam) aktarır.

Akustik böcek: En bilinen örnek lazer dinleme cihazlarıdır. Dinleme yapılacak ortamın pencere camını bir diyafram gibi kullanır.

Şehir şebekesi böceği: Ortam verilerini modüle ederek bağlı bulundukları şehir şebekesi üzerinden aktarır.

GSM böcek: Uzaktan aranarak, SMS mesajı, hareket, ses ya da ışık ile aktive olabilir. Bulunmaları oldukça zordur.

Wi-Fi böcek: Verileri kablosuz ağ üzerinden aktarır.

Komisyonun 230 sayfalık raporunda, ithal cihazlara TSE tarafından standart getirilmesi ve kolaylıkla dinleme cihazına çevrilebilen ikinci el cep telefonların imhasının gerekliliği de vurgulandı.

Ayrıca Emniyet, Jandarma ve İçişleri Bakanlığı'nın istihbarat birimlerinin, Başbakanlık Teftiş Kurulu tarafından denetlenmesi önerildi.

Kişisel bilgileri-verileri koruma kanununun gerekliliğine ve ilgili kanunun düzenlenmesi ihtiyacına dikkat çekildi.


http://www.ntvmsnbc.com/id/25450738/

"Büyük resmi görelim!" - Cem Küçük

17 Mart'ta Alman gizli servisi BND'nin Başkanı Gerhard Shindler Suriye'ye bir ziyarette bulundu. Basına çok fazla bilgi verilmese de bu ziyaret çok kritik bir önemi haizdi.Dönüşünde Shindler muhaliflerin eskiye oranla Esad güçlerine karşı çok fazla şansı olmadığını söyledi. 2013'ün başında Esad'ın devrileceğini düşünen BND Başkanı, Suriye'de olup biteni kendi gözleriyle görünce raporunu değiştirdi.

Resmi açıklama böyle de olsa Gerhard Shindler PKK'nın Suriye kolu PYD lideri Salih Muslim ile de görüşmüştü. Bu görüşmeden sonra Muslim Suriye, İran ve Irak'taki Kürtlerin Ortadoğu'da bir demokratik konfederasyon kurabileceğini, o zaman sınır değişikliklerine ihtiyaç duyulmayacağını söyledi. Muslim'e bunu söyleten BND'ydi. 

Çünkü Kuzey Irak yönetimi lideri Barzani'yle Irak yönetimi arasında petrol ve gelir paylaşımı konusunda sorun vardı. Neçirvan Barzani tam da bu dönemde Türkiye ile dostluğun ve işbirliğinin önemine vurgu yapmıştı. Ama Muslim'in açıklamaları Avrupa'nın bu işlerin bilfiil içinde olduğunu gösteriyordu. 

Beş gün önce Kuzey Irak Yönetimi, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı'na (TPAO), Kuzey Irak'ta 6 bölgede petrol arama için lisans verdi. Bu durum en çok Almanların, İngiliz muhafazakârlarının ve Amerikan neo-con'larını hoşuna gitmedi. Niye mi?

Buradan filmi biraz geri saralım. 10 Ocak'ta Paris'te üç PKK'lı kadın öldürülmüştü. Öcalan'la müzakerelerin başladığı bu dönemde Paris'te işlenen suikast tamamen Avrupa Gladyosu'nun işiydi. Amaç da müzakere sürecini başından bitirmekti. 

Öte yandan Atlantik'in karşı yakasında Obama'nın başı da Amerikan derin devletiyle dertteydi ki hâlâ dertte. Silah kontrol yasasını geçirmek için uğraşan Obama Boston'da patlayan bombalarla Demokratlar'a bile söz geçiremedi. Boston patlamasının faili olduğu ileri sürülen üç Çeçenin ikisi öldürüldü, biri de konuşmasın diye ağız ve tiroidinden vuruldu. Bu bombalama neo-con çetenin kotardığı bir komploydu ve tuttu. Aynı günlerde Obama'ya içinde zehir olan mektuplar gönderildi. Olay zavallı bir meczubun üzerine yıkılmaya çalışıldı.

Çok geçmeden 11 Mayıs'ta Reyhanlı patlaması oldu. 53 vatandaşımız hayatını kaybetti.Türkiye'de kaos çıkarmak ve Suriye meselesinde elini kolunu bağlamak için yapılmış bir operasyondu. Başbakan Erdoğan Gezi Eylemleri için Reyhanlı'nın devamı açıklamasında bulundu. AK Parti binasına LAV silahıyla yapılan saldırı, DHKP-C görünümlü ABD elçiliğine yönelik bombalama eylemini de denkleme koyalım.

27 Mayıs'ta İngiltere'de sonradan Müslüman olmuş iki Afrikalı üzerindeki kıyafetten asker olduklarını düşündükleri birine satırlarla saldırdılar. Saldırganlar ne hikmetse olayı videoya birebir kaydetmişler. İngiliz medyası boş durur mu, günlerce bu saldırıyı işledi. Üç gün sonra bu olayın bir benzeri bu sefer Paris'te yaşandı. Orada da saldırgan İslami jargonla bağırıp çağırıyordu. Kameralar da olayı şıp diye çekmişlerdi. Bunların hepsi Avrupa Gladyosu'nun operasyonuydu.

Sonra 31 Mayıs'ta günlerdir konuştuğumuz Gezi Parkı eylemleri devreye girdi. Gayet insancıl ve barışçıl başlayan eylemler araya başkalarının girmesiyle bir kalkışmaya döndü. Almanların Deutche Bank üzerinden borsa manipülasyonları, dışarıya para akıtmaları, dövizle oynamaları bir miktar etki etse de Türkiye'yi olumsuz etkilemedi. Hükümeti ve özelde Erdoğan'ı devirmek isteyenler boşa çıktılar. Ama Türkiye tam 20 gün boyunca içe kapandı ve dünyada ne olup bittiğiyle ilgilenmedi.

Biz birbirimizi yerken Pentagon Obama'ya Suriye'nin kimyasal silah kullandığıyla ilgili aynı raporu 4.kez sundu. Obama daha önce kabul etmediği raporu bu sefer kabul etti. Çünkü oynanan oyunu görüyordu. Tam da bu sırada Ulusal Güvenlik Danışmanı Tom Donilon'u istifaya zorladı ve nispeten liberal Susan Rice'ı göreve getirdi. 

Obama'yı zor durumda bırakmak için bu sefer NSA (Ulusal Güvenlik Teşkilatı) çalışanı Edward Snowden ABD'nin Prism programıyla herkesi hukuksuz dinlediğini ifşa etti ve bu Guardian'da yayınlandı. Zbigniew Brzezinski, 'Vatansever olduğunu söyleyen biri gizli bilgileri niye başka ülkeye verir ki?' diye sordu. Haklıydı. Tezgâh büyüktü. 

4 gün önce de ABD Federal Soruşturma Bürosu FBI, Obama ve İsrail karşıtı Müslümanlara suikast düzenlemek için yüksek radyasyon veren 'X-Ray silahı' geliştiren iki ABD vatandaşını gözaltına aldı. ABD basını hedefin Obama olduğunu yazdı. Guardian ise, 'Hedefte Müslümanlar vardı' dedi. Aslında hedef Obama'nın bizzat kendiydi.

Son altı ayda bu kadar olay olurken bunların hepsi eğer tesadüfse söylenecek bir şey yok. Ama az aklı çalışan biri bunların hepsinin koordineli ve önceden organize edilmiş olaylar olduğunu bilir.

Bunları yapanlar, yani içeride Erdoğan'ı, dışarıda Obama'yı hedefe koyanlar bildiğimiz bir ekip. Avrupa Gladyosu (Almanlar-İngiliz muhafazakârları, Fransa), neo-con'lar (CIA, Pentagon ve NSA'in çekirdek kadroları, silah ve petrol lobisi, Cumhuriyetçi senatörlerin bir kısmı), İsrail sağı. Bir de bu yapının kontrolündeki medya, iş dünyası ve Türkiye'deki lobilerini ekleyin. 

Büyük resim budur. Yok her şey spontane gelişiyorsa ve buna inanıyorsanız niçin korkuyorsunuz ki? Gezi eylemlerinin üzerinde 1 ay bile geçmemişken saçma sapan sosyolojik yorumlar yapanları ciddiye alırsanız olayın özünü kaçırırsınız. Ama terör sorununu çözmüş, iç barışı sağlamış ve ekonomik anlamda en iyi zamanlarını yaşayan Türkiye Orta Doğu'da kimleri oyun dışına itiyor iyi düşünmek lazım.

22 Haziran 2013 Cumartesi

Selahattin Demirtaş: "Hükümet adım atmazsa, haftaya sokaklardayız"


BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, hükümet ile yaptıkları son görüşmenin kendileri açısından çok büyük umutlar ortaya çıkarmadığını söyledi.
KCK davasında yargılananların salıverilmesi gerektiğini bir kez daha tekrarlayan Demirtaş, “Şimdi silahlar susmuş ise siyasetçiler de içeride tutuklu kalmaya devam edecekse bunun adına bir çözüm süreci falan denemez. Bu nedenle arkadaşlarımızın tahliye olması, demokratik siyasetin ve demokratik çözüm sürecinin bir gereğidir. Halkımız bu haftadan itibaren alanlara ve meydanlara çıkacaktır. Kitlesel eylem ve etkinlikler yapacaktır. Hükümet eğer ikinci aşama ile ilgili somut adım atmaz ve işi yavaşlatmaya götürürse biz de elimizdeki bütün demokratik imkanları kullanarak parlamentodan, sokaklara, meydanlara, alanlara kadar her yerde tepkimizi en güçlü bir şekilde dile getiririz ve hükümeti barışçıl adım atmaya zorlarız.” dedi.

Diyarbakır’da katıldığı bir programda gündeme ilişkin soruları cevaplayan Demirtaş, hükümetle yapılan görüşmelerde şu ana kadar somut bir gelişme kaydedilmediğini söyledi. Sürecin tıkanması halinde Abdullah Öcalan’ın görüşmeleri kesebileceğini belirten Demirtaş, İmralı’ya gidiş-gelişler konusundaki sorunun çözüldüğünü düşündüklerini kaydetti. Demirtaş, şöyle konuştu: “Görüşmeler sürüyor, İmralı’da devlet, sayın Öcalan görüşmeleri sürüyor. Biz de hükümet ile görüşmelerimizi sürdüreceğiz. Bizim beklentimiz birinci aşamada Kürt tarafının ciddiyetle sorumluluklarına yaklaştığı gibi, ikinci aşamada da, hükümetin kendi sorumluluklarına ve görevlerine aynı ciddiyetle yaklaşmasıdır. Bunun olup olmayacağını kısa süre içerisinde göreceğiz. Hep birlikte buna tanıklık edeceğiz. Hükümet birtakım hazırlıklar içerisinde olduğunu ifade ediyor ama bu hazırlıkların ne olduğu, başlıkları, kapsamı, herhalde Parlamento’ya sunulduktan veya kamuoyuna açıklandıktan sonra hep birlikte bizler de göreceğiz.”

Ertuğrul Günay: "Polise o talimatı verenlerin, o akılsızlık hepimize büyük bedeller ödetti"


YAŞANILAN BİR ŞEHİRLEŞME SORUNU
Üzüntü verici sorunlar yaşadık. Ben de baştan beri buna işaret etmeye çalışıyorum. Yaşanılanlar bir şehirleşme sorunu. Merkezi sistemin henüz içselleştirmediği bir duruma işaret ediyor. İstanbul'da benim çok iyi bildiğim bir bölge. Son kalan bir yeşil alan. Buranın ne olursa olsun yeşil kalması. Bu bir hemşehrilik bilincidir. Buranın yeşil, açık, nefes alınabilir kalması. Orada yaşayanların görüşleri alınarak yapılacak olandır. Buraya birkaç rapor koyarak verilebilcek bir karar değil. Bunu aslında birinci gün böyle algılasaydık. Asıl tartışma buraya yapı yapılmasıydı. Bu tartışma çıkınca sayın Başbakan gitmeden yerel yönetimler "bu itirazınız dikkate alınacaktır" denilse sorun çözülebilirdi. Bu hemşehrilerin şehir konusunda karar vermede hakkı olduğu merkez tarafından yeni anlaşıldı. Duygusallıklar yaratıldı, duygudaşlıklar zedelendi. Bence bu kadar bedel ödemeden gelmemiz gereken noktaya eskiler buna bade harebül Basra derlmerdi, Basra harap olmadan bu noktaya gelinseydi keşke.

DEVLET AKLI SİYASETE BEDEL ÖDETTİ
Ağaç kesmeye tepkiler Salı günü başladı. 31 Mayıs cuma sabahı belki de oraya müdahale olmasaydı. Ne yazık ki 31 Mayıs sabahı devlet aklı öne çıktı, o insanları dinlemek yerine sabahın erken saatlerinde sürüp çıkarmak gibi bir tavır kondu. Polise o talimatı verenlerin, o akılsızlık hepimize büyük bedeller ödetti,  empati kurmak yerine, devletin iradesinin tartışılamayacağı noktasındaki dayatma siyasete bedeller ödetti. İnsanları dinleme, yeşili koruma gibi yaklaşılsaydı buradan kârlı da çıkılabilirdi. Yerel seçim kampanyasını hemşehrililik duyarlılığı üzerinden kurulmalıydı, çok daha yapıcı olunabilirdi.

GELECEĞE DÖNÜK DİLE İHTİYAÇ VAR
Cuma sabahı büyük kalabalıklar sokaklara meydanlara çıkınca her zaman kötü niyetliler karışabilir. Hükümet olarak biz bundan şikayetçiyiz. Asıl çevreciler de şikayetçi. İstanbullu hemşehriler de şikayetçi. Onlar dal kesilmemesini isterken araya girenlerin insanların canını yakmasından hoşnut olabilir mi? Bu tür sevimsizlikler oldu. Buna karşı toplumda başka bir öfke belirtti. Siyaset gerginliğe vesile olan söylemler kullandı. 'Biz gönüller yapmaya geldik' söylemi isterim ki, dillerde tekerleme olarak kalmasın. Toplumun yeni kırılganlıklara, öfkelere tahammülü yok. Şimdi iyi bir eşiğe geldik. İyi eşiği geçmeye çalışırken, bu kültür üzerinden yeni çatlamalar bana talihsizlik olarak gözüküyor. Bütün içtenliğimle söylüyorum, husumetleri körükleyen dile değil, geleceğe dönük umut vaadeden bir dile ihtiyacımız var.

YALÇIN AKDOĞAN'A ÖRTÜLÜ YANIT
Günay, Başbakan Erdoğan'ın siyasi başdanışmanı Yalçın Akdoğan'ın kendisiyle ilgili olarak eleştirilerine örtülü olarak yanıt verdi. Günay isim vermeden şöyle konuştu: "Ben AK Parti'ye maddi varlığımı güçlendirmek için gelmedim.İktidar trenine binmek için gelmedim.  Çok ciddi bir eşikte geldim. Cumhuriyet mitinglerinde korkunun yanında değil, umudun yanında geldim. Demokrasiyi savunmak için geldim. 12 Mart'ta, 12 Eylül'de bedeller ödemiş insanım ben. Benim doğru sözlülüğümden birileri rahatsız olabilir ama çok büyük kitleler de bazı arkadaşların güçlü olana yaranma duygusu içerisinde cesaretle doğru olanı söylememekten şikayetçi, onların tavrı da beni üzüyor."


http://www.haberturk.com/gundem/haber/854239-gunay-haberturke-konustu

"Tayyip Erdoğan, tarihe büyük bir reformcu olarak geçemeyecek mi yani?" - Cengiz Çandar

Erdoğan tarihe nasıl geçecek?

Tayyip Erdoğan’ın öylesine parlak bir on yıllık başbakanlık performansından sonra bugün içine düştüğü durumu gerçekten bir “Shakespeare trajedisi” olarak görüyorum.

Çok etkili ve önemli bir yabancı gazetenin muhabiri “Son sorum” dedi, “Tayyip Erdoğan, tarihe büyük bir reformcu olarak geçemeyecek mi yani?”

“Geçebilir” diye cevap verdim; “Geldiği noktadan dramatik bir dönüş yaptığı takdirde mümkün. Tabiatını bildiğim kadarıyla, bunu yapabileceğine pek ihtimal vermiyorum gerçi ama… Gezi performansı öyle kötü oldu ki; Cumhurbaşkanı Gül’ün dediği gibi on yıl tırnakla kazarak kazandıklarını on gün içinde heba etti sanki. Ama, şimdi tutturduğu doğrultuda giderse, başka bir sıfatla geçer tarihe. Şu anda bıçak sırtında gidiyor. Her iki tarafa da düşebilir…”

Bana önceki gün sorulan soru, besbelli ki, özellikle Batı dünyasında pek sık sorulur olmuş.Financial Times gazetesinin 12 Haziran tarihli başyazısı bu sorunun ortaya atılması ve tartışılmasına ayrılmış. “Erdoğan’ın inatçılığı mirasını riske atıyor” başlığını taşıyor. Yanına da şu alt başlık iliştirilmiş: “Başbakan’ın davranışları, Türkiye’nin bölgesel güç imajını bozuyor”.Başyazının şu bölümleri dikkat çekici: “… (Erdoğan) on yıl sürdürdüğü başbakanlıktan güçlendirilmiş cumhurbaşkanlığına kayma ve 10 yıl boyunca cumhuriyetin yüzüncü yıldönümüne dek cumhurbaşkanlığı makamında oturma ihtirasları kadar, bugüne kadar elde ettiği önemli başarıları da riske atıyor. Türkiye’nin reformcu bir bölgesel güç olarak imajı paramparça ve AB ile sıkıntılı ilişkisi ise daha da büyük tehlike altında. Her türlü tehlikeye açık kısa vadeli kapital ve zor kazanılmış ekonomik istikrar, eğer başbakan, kim olduğu belli olmayan spekülatörler ve sermaye gruplarına çatmaya devam ettiği takdirde buharlaşıp kaybolabilir.


Erdoğan, Kürdistan İşçi Partisi’nin (PKK) 40,000 cana mal olan 30 yıllık isyanını sona erdirmek için cesur bir kumara girişmişti. Barış girişimi Türklerin, Kemalist cumhuriyetin genel olarak azınlıklara ve özel olarak Kürtlere ilişkin hoşgörüsüzlüğünü yeniden değerlendirmesini gerektiriyor. Ama başbakanın, nüfusun geri kalan kısmına özgürlükleri kısıtlarken, Kürtler için nasıl genişletebileceğ ini görmek güç olacak…


Sokaklarda ve yakınlardaki herhangi bir seçimde sayılar Erdoğan’dan yana. Silindir gibi ilerleyeceğine hiç kuşku yok. Ama öyle bir durumda bile, kendisinin imajının yanısıra toplumsal dokusu yıpranan bir ülkenin başında olacak. Atatürk’ten ziyade bir Vladimir Putin. Bu Erdoğan’ın Türkiye’si, artık, başbakanlığında geçen olağanüstü bir on yılın hayran olunan ülkesi olmayacak.”


Tayyip Erdoğan hakkında FT’nin başyazısından tam bir hafta sonra, önceki gün yani 19 Haziran’da bir başka İngiliz gazetesi Guardian’da “Erdoğan’ın gözden düşmesi tam bir Shakespeare trajedisi” başlıklı son derece çarpıcı bir “psiko-analitik” yazı yayımlandı.Yazı, “Türkiye’de protestolar sürerken, pek az kişinin kabul etmekte anlayış gösterdiği bir insanın kişisel trajedisini bir an için düşünmeye zaman ayırın – Recep Tayyip Erdoğan. Üç hafta öncesi kadar Erdoğan, son üç yılın tüm külhanbeyliğine ve dönüşlerine rağmen, Türk tarihine, Atatürk ve Muhteşem Süleyman’ın yanıbaşında en büyük reformculardan biri olarak geçmesi kesin gibi gözüküyordu” cümlesiyle başlıyor.

Ve, “Türkiye’nin Kürtler, Ermeniler ve Yunanlılarla yüzyıllık ihtilaflarını ele alacak ve ülkesini sadece Müslüman ülkeler için değil mükemmel olmayan geçmişlerinden kurtulmaya çalışan diğer yükselen ekonomik güçler için de bir model teşkil eden barışçıl, müreffeh ve demokratik bir geleceğe doğru yönetecek güce sahip bir adamla karşı karşıyaya idik” diye devam ediyor. Erdoğan’ın “askeri vesayet rejimi”ni altetmekteki başarısını da unutmuyor ve Türkiye’de son üç haftada yaşanan olayları ima ederek, bunu, “Erdoğan öncesi Türkiye’de olsak, şimdi bir askeri darbe olmuş olurdu” diye açıklıkla belirtiyor. 

İşin “Shakespeare trajedisi” faslı, şu cümlelerde:
“Generalleri yenilgiye uğratırken onda temerküz eden güç – doğru yollardan olduğu gibi faul yaparak da elde ettiği- ve o savaşın paranoyası ona iyi gelmedi. Birkaç gün içinde, Erdoğan, temizlemesi amacıyla seçilmiş olduğu eski Kemalist Türkiye’nin tüm yolsuzluğa batmış despotizmi ve şiddetinin cismani ifadesi haline geliverdi.
İşin ironik yanı, bu, Erdoğan’ın kendi eseri. İktidar öylesine güçlü biçimde ellerindeydi ki, Erdoğan’ı ancak Erdoğan mahvedebilirdi. Küçücük bir parktaki önemsiz bir protestoyu ulusal bir olağanüstü hale dönüştürerek, bunu kendisi yaptı.”


Tayyip Erdoğan’a ilişkin benim değerlendirmem de ana hatlarıyla böyle. Kendisini yirmi yılı aşkın bir süredir tanıyorum. Kimilerinin sandığı gibi, bırakın en yakınını, çok yakınında bile pek bulunmadım. Pek az. Ancak, Tayyip Erdoğan’a hiçbir önyargı duymadan ve çok önemli liderlik nitelikleri olduğunu farkederek çok kafa yordum. Sürekli gözlemledim. Anlamaya çalıştım. Dünyanın dört bir köşesinde, hakkındaki olumsuz önyargıları yıkmak amacıyla, onu anlatmaya da çalıştım. Türkiye’ye son on yılda olumlu katkılarını kimse inkar edemez.

Kimse de etmiyor zaten. Örneğin, dünkü Financial Times’da Daniel Dombey imzalı yazıda Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’ye son on yıldaki olumlu katkıları rakam rakam veriliyordu. Tam da bu nedenden ötürü, ben de, Tayyip Erdoğan’ın öylesine parlak bir on yıllık başbakanlık performansından sonra bugün geldiği, Türkiye’nin geleceği için “tehlikelerle dolu ihtirasları”nı ve Gezi Parkı eylemleriyle içine düştüğü durumu gerçekten bir“Shakespeare trajedisi” olarak görüyorum.

Bundan sonrası “tehlikeli” yani. Ve, Guardian’daki değerlendirme gibi, bunu Tayyip Erdoğan’a ancak Tayyip Erdoğan yapabilirdi. Çünkü, Tayyip Erdoğan’ın eline geçirdiği güç, yakın tarihimizde ancak Kemal Atatürk ya da tek parti dönemindeki İsmet İnönü ile kıyaslanabilirdi. Adnan Menderes’in böyle bir gücü yoktu. Menderes’in karşısında İsmet İnönü gibi bir muhalefet lideri vardı. Ve, darbe için pusuda olduğu 27 Mayıs 1960’da anlaşılan bir ordu.

Tayyip Erdoğan’ın karşısında hiç kimse yok. Ne ona alternatif  oluşturabilecek bir isim, ne bir siyasi parti, ne de darbe tehdidi oluşturan bir ordu. İnanılmaz bir iktidar tekeli oluştu ellerinde. Bu nedenden ötürü, “çevresi” ve “danışmanları” konusuna da hiç itibar etmedim.

Tayyip Erdoğan gibi güçlü şahsiyetlerin etrafını çok kez hiçbir şey olmayan ve kolay kolay da olamayacak olan “yes-men”ler doldurur. Tayyip Erdoğan’ın “çevresi”nde ona itiraz edebilecek, gereğinde “doğru”yu söyleyebilecek “danışman” filan yok. Eğer Tayyip Erdoğan olmasaydı, hiçbir şey olamayacak kişiler, onun “danışmanı”. Bu kişiler, hiç önemli değiller. “Evet efendimci” bir kuru kalabalık. Önemli olan, müthiş bir iktidar tekelini eline almış Tayyip Erdoğan.

Böyle bir Tayyip Erdoğan’ın hiçbir iktidar yetkisini yitirmeden, hatta onbinlerce insanı meydanlara toplama ve “kükreme gücü” sürerken, “inişe geçmeye başlamış”görünmesi, tarihe nasıl kaydolacağının –olumsuz sıfatlar ihtimaliyle birlikte- tartışılır olması; bütün bunlar “trajik” tabii ki.
Yukarıda alıntı yaptığım yazıda, “Erdoğan’ın yenilgiye uğrattığı generallerin yöntemlerini devraldığı açık. Gezi krizine yanıtı, eski Kemalist darbe el kitabından alınmış: gaddarlık, kara propaganda, komplo teorileri ve birçok kötü niyet…”satırları, Tayyip Erdoğan’ın geldiği “trajik” konumun yansıması değil mi?

“Burada saf halinde bir Shakespeare trajedisine tanıklık ediyoruz” diyor zaten; şu kayıtla: “Ama bir ulusal felakete dönüşme tehdidi içeren cinsten…”

Bu satırların yazarı, Ak Parti’yi iktidara getiren “geniş koalisyonun muhtemelen sonsuza dek sona ermiş olabileceği” hükmünü veriyor. Bu arada, hafta sonu Kayserili bir tekstilciyle görüşmüş. İşçilerini otobüslerle Tayyip Erdoğan mitinglerine gönderiyormuş ama başörtülü kızı, Başbakan’ı desteklediği için kendisiyle konuşmuyormuş. Evde tartışma eksik olmuyormuş günlerdir. Guardian yazarı, bu Kayserili tekstilciye, “Fransız ya da Rus tarzı bir başkan olabilmesi için Erdoğan’ın anayasa değişikliğini destekleyip desteklemediğini” sorunca Tayyip Erdoğan yanlısı Kayserili tekstilci, ses tonunu değiştirerek, şu cevabı vermiş:

“Bu adamı cumhurbaşkanı yapamayız. Şimdi olmaz. Tayyip hepimizi mahveder.”

Önemli yandaşlarından birinin, onun önümüzdeki on yıla ilişkin emelleri hakkındaki yargısı böyle.


Yani?


Yani, Tayyip Erdoğan’ın hali bir “trajedi.” Ama, bu hale geldikten sonra, -onun sözlerine göre, polisin gücü arttırılarak- kendisine bir on yıl daha mutlak iktidar zamanı tanımak,“Türkiye’nin trajedisi”ne dönüşebilir...


http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/23551696.asp