31 Temmuz 2013 Çarşamba

Yargıtay'da Balyoz davasında Karadenizli hakim ve avukatın anlattığı fıkralar


Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından görülen Balyoz davasının temyiz duruşmasının dünkü bölümüne Mahkeme Başkanı Ekrem Ertuğrul ile sanık avukatı Muammer Küçük arasındaki fıkralı diyalog damgasını vurdu.
Avukat Küçük, savunmasında Silivri’deki olumsuzlukları dile getirirken, adil yargılanma ilkesinin çiğnendiğini ileri sürdü.

Avukat Küçük, savunmasında tekrara düşüp savunmasını uzatınca Mahkeme Başkanı Ertuğrul, genel konulara değinmeden müvekkilleri ile ilgili savunma yapmasını istedi. 
Küçük, “Konuşmamdan anlamışsınızdır, Karadenizliyim. Size bir Karadeniz fıkrasıyla cevap vermek istiyorum.” dedi. Adından şu fıkrayı anlattı: “Temel, Dursun’a ‘100 metreyi 5 saniyede koşayirum’ demiş. Dursun, ‘Olur mi öyle şey koşamazsın; o dünya rekoru olur, nasıl koşacaksın’ cevabı vermiş. Temel, ‘Ben kestirmeden cideyirum’ demiş. Ben de savunmamı kestirmeden yapmak istiyorum ama olmuyor.” 
Bunun ardından Ertuğrul da Küçük’e fıkra ile cevap verdi: “Temel, Güneş’e gitmeye karar vermiş. Dursun demiş ki ula Temel nasıl olacak o iş? Güneş sıcaktır, yakar. Sen gidemezsin. Temel, ‘Onu da hesaba kattık herhalde. Akşam serinliğinde gideceğiz’ demiş.” Ertuğrul, fıkranın ardından da, “Fıkrada olduğu gibi siz her zaman bir çözüm yolu bulursunuz. Savunmanızı kısaltacağınıza inanıyorum.” uyarısında bulundu. 
Bunun üzerine avukatın, “Temel’e sormuşlar, avukatın iyisini nasıl anlarsın diye. ‘Az konuşanını seçerim’ demiş. Hiç konuşmazsa ne yaparsın demişler. ‘O kadar iyisine daha rastlamadım’ demiş.” sözleri salonda gülüşmelere yol açtı.
CHA

Zimmerman davasından dersler - Richard Sherwin


Adalet mağdur olsa da kanun bağlayıcıdır. Bu trajik gerçeğin belki de en acı verici derslerinden biri Florida’da görülen George Zimmerman davasıyla ortaya çıktı. Neyse ki umut verici bazı gelişmelere işaret eden bir takım yapıcı sonuçlar da kararı ardından geldi. 

Sadece 2012 yılında Florida’da 1009 cinayet gerçekleşti. Bu, her 8 saat 42 dakikada içinde bir insanın öldürüldüğü manasına geliyor. Peki o zaman Trayvon Martin cinayeti neden hem Amerika Birleşik Devletleri’nde hem de dünyada bu kadar çok insanın ilgisini çekti? Benzeri olaylar arasından sıyrılarak bu denli meşhur olan davaları anlamamızı sağlayacak tek bir şey varsa o da hiç bir zaman bu ‘şöhret’in sadece dava dosyasına giren verilerle ilgili olmadığıdır. Bu dosyalar, mahkeme salonunda ve kamu vicdanında birbiriyle çarpışan hikayelerin, metaforların ve karakterlerin oluşturduğu sosyal bir dramadır. Bu manada bu davalar, hem toplumun yerleşik kültürünü açığa çıkaran hem de kültürü şekillendiren olaylardır.

Zimmerman davasında 28 yaşında yarı Güney Amerika, yarı Kafkasya kökenli  bir genç 17 yaşında silahsız bir siyahiyi öldürdü. Zimmerman, Trayvon Martin’in ‘şüpheli göründüğünü’ iddia ediyor ve “Öyle yağmurlu bir akşamda güvenlikli bir sitede neden boş boş gezerek pencerelerden içeri bakıyordu ki?” diye soruyor. Peki, bu gönüllü güvenlik görevlisinin endişesi, son dönemde mahallesinin etkisi altına alan çok sayıda hırsızlık olayından mı kaynaklanıyordu? Yoksa şüphesinin kaynağı o çok bilindik önyargılar mıydı: Genellikle beyazların bulunduğu bir semtte dolaşan, kapşonlu, siyah bir genç?

O yağmurlu gecede Zimmerman ve Martin arasında neler geçtiği mahkemede büyük bir anlaşmazlığa neden oldu. Zimmerman, Martin’i takip etti mi? Yoksa Martin bir anda ortaya çıkıp Zimmerman’ı yumrukları ve burnunu mu kırdı? Bir kaç farklı komşu tarafından yapılan 911 aramalarında kaydedilen yardım çığlıkları Zimmerman’a mı aitti Trayvon Martin’e mi? Martin mi Zimmerman’ın üzerine oturarak kafasını yere vurdu yoksa Zimmerman mı Martin’i yere yatırmıştı?

Bu senaryoların her birini destekleyen farklı şahitler geldi mahkeme salonunda. Adli tıp raporu, Zimmerman’ın burnunun olay esnasında darbeye maruz kaldığını ve –muhtemelen- kırıldığını, kafasının ise arbede sırasında yaralandığını ve kanadığını gösterdi. Trayvon Martin’in vücudunda ise iki yara vardı. Parmaklarında -savunma avukatına göre yumruk atan bir elde oluşan cinsten- bir yüzülme ve kalbine giren tek kurşun. Aynı adli tıp uzmanı, Martin’in t-shirtünde bulunan yanık izlerinden hareketle maktulün vurulduğu esnada bir şeyin üzerine eğilmiş durumda olduğunu açıkladı. Martin’in derisi ile t-shirt arasında 5-10 cm arası bir mesafe bulunuyordu.

O zaman bu vakadaki saldırgan kimdi? Tabii ki Zimmerman. Peki neye karşılık olarak? Florida geçerli olan kanuna göre eğer Zimmerman mantıklı bir şekilde ciddi bir fiziksel yaralanma tehdidine karşı olduğuna inandıysa ateşli silah kullanma hakkına sahipti. Zimmerman’ın meşru müdafaada bulunmadığına ve suçlu olduğuna dair makul bir şüpheden ötesini kanıtlamak ise eyalet savcılarının göreviydi.

Yargılama sonunda jüri ya Zimmerman’ın kendisini savunduğu yönündeki iddiasına inandı ya da meşru müdafaa iddiasının doğruluğu hakkında makul bir şüpheye sahip oldu. Hukuken iki şıkta da savunma kazanır. Eğer savcılık iddiasını kanıtlama noktasında başarılı olamıyorsa, jüri üyeleri zanlıyı suçsuz bulmak zorundadır. Zimmerman davasında jüri tam olarak bunu yaptı.

Bu aşamadan sonra davayı canlı olarak televizyondan takip eden halk tepki gösterdi. Karar Trayvon Martin için adil miydi? Hayır. Trayvon ölmemeliydi. Zimmerman kanunen silah kullanma hakkına sahip olabilir ama yaptığı yanlıştı. Yanlıştı, çünkü çok büyük bir hata yapmıştı. Trayvon Martin, o esnada başkasının arazisine kötü bir amaçla girmiş bir suçlu değildi. Babasının site içinde yer alan evine dönüyordu.

Asla bilemeyeceğimiz, fakat pek çok insanın şüphelendiği nokta ise, Martin’in o gece yanlış zamanda yanlış yerde bulunan siyahi bir genç olarak bir önyargıya maruz kalıp kalmadığı. Bu noktada ciddi bir mesafe kat edilse de Amerikan toplumu ırkçılığı tamamen geride bırakabilmiş bir toplum değil. Başkan Obama’nın mahkeme kararının ardından yaptığı açıklamalar bu iki gerçeğe de dikkat çekiyordu. Çok sayıda siyahi genç bilgi ya da karakterlerinden değil sadece derilerinin renginden dolayı dışlandığının farkında. Dokunaklı bir şekilde, 35 yıl önce kendisinin de rahatlıkla Trayvon’ın yerinde olabileceğini söyleyen ABD’nin ilk siyahi başkanının canlı yayında yaptığı itiraf bu. O zaman bu mahkeme sürecinden çıkan en açık sonuç net bir şekilde karşımızda duruyor. Irkçı önyargıların son kalıntılarını da kalbimizden ve zihnimizden söküp atmak için çalışmaya devam etmemiz gerekiyor.

Irkçılık konusundaki toplumsal tartışma sürüyor. Bir diğeri ise yeni başladı: Yürürlükte bulunan meşru müdafaa yasaları etik olarak müdafaa edilebilir mi? Halihazırda 30’dan fazla eyalet, Florida’dakine benzer ‘meşru müdafaa’ yasalarına sahip. Bu kanunlar nasıl bir topluma dönüştürüyor bizi? İlgili yasa, bizzat şiddeti mi davet ediyor? Şu an tartışılan bu ve olumlu neticelerle sonuçlanabilir.

Sonuç olarak, adli davaların politize olması diye bir vaka mevcut. Başlangıçta Florida polisi, Zimmerman’ın cinayetle yargılaması hususunda bile isteksizdi. Politik tartışmanın müdahil olması, davanın açılmasını sağladı. Bu noktada savcılığın herhangi bir zanlıya aşırı yüklenmesi ile adli yargı sisteminin oy eksenli çalışan siyasilerin müdahalesine açık hale gelmesi arasındaki dengenin sağlanması konusunda bir tartışmaya ihtiyaç var.

Zimmerman davası, hukuki, ahlaki ve siyasi sonuçlarla dolu bir trajedi ortaya çıkardı. Bu dava sonrasında bize düşen adli sistemde neyin düzgün bir şekilde işleyip neyin işlemediğine dair en doğru kararı vermek ve daha iyi bir gelecek için gerekli değişiklikleri yapmak.

* New York Law School öğretim üyesi. Hukuk Popüler olunca (2002) ve Dijital Barok Çağında Hukuku Görselleştirmek (2011) kitaplarının yazarı. Bu yazı Zaman Amerika için kaleme alınmıştır.

Son muhtıra - marksist.org

2007 senesi, darbeler tarihi olarak da okuyabileceğimiz siyasi tarihimizde oldukça 'özgün' bir yere sahip. Bu yazıda, ülkenin gidişatını kökünden değiştiren 22 Temmuz 2007 seçimlerinin 6. yıldönümü vesilesiyle kısa bir hafıza tazeleme turu yapmak istiyorum.
Malum, 2007 cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılacağı yıldı. Çatırdamakta olan kemalist rejimin sahipleri, beş yıldır iktidarda olan AK Parti'nin çıkaracağı herhangi bir adayın seçilmesini, her ne pahasına olursa olsun engellemeye yeminliydiler. Bu 'paha'ya cinayetler, suikastler, bombalamalar ve askeri darbeler de dahildi. Kendilerinden olmayan birinin 'Cumhuriyet'in son kalesi' olan Çankaya'ya çıkmasına kesinlikle izin vermeyeceklerdi.
Bunun ilk işaretini, kimseye randevu vermeyen dönemin cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'le görüştükten sonra, 8 Mayıs 2006'daki yazısında Cumhuriyet gazetesi başyazarı İlhan Selçuk vermişti: "2007'ye doğru Türkiye Cumhuriyeti büyük bir sınav yaşayacak ve gerilimden geçecek gibi görünüyor."
Aynen dediği gibi oldu. 2006'daki Trabzon'da Rahip Santaro cinayeti, Danıştay saldırısı, Cumhuriyet'in bombalanması gibi 'çağdaşlığa karşı şeriatçı eylemler'in ardından 2007 Hrant Dink suikastıyla açıldı. Ardından Malatya'da üç Hristiyan'ın öldürülmesi ve 'Cumhuriyet Mitingleri' geldi.
Mitingler, orduyu devreye sokmaya gerek kalmaksızın, sivil (!) basınçla hükümeti alaşağı etme amacındaydı. Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) mitinglerin organizasyonunun 'sivil' görünümünü sağlamada başı çekiyordu. Emekli komutanlar Hurşit Tolon ve Şener Eruygur ADD'de aktif roller üstlenmişlerdi. Ordunun açıkça 'göreve' davet edildiği mitingler için cumhurbaşkanlığı bütçesinden ödenek ayrılıyor, üniversitelerde sınavlar erteleniyor, kışlalardan subaylar ve askeri okullardan öğrenciler sivil kıyafetlerle alanlara taşınıyor, bazı TV kanalları günlerce çağrılar yayınlıyordu.
Bu arada devletin en tepesi başta olmak üzere üniversiteler, yargı, siyaset ve medyadan durmadan sert açıklamalar geliyordu. Cumhurbaşkanı Sezer Harp Akademileri'nde yaptığı konuşmada: "Rejim hiç bu kadar tehdit altında olmadı. Dış güçler ılımlı İslam devleti kurmak istiyor" dedi. Eski Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, daha 2006 Aralık sonunda "Oylamaya 367 vekil katılmazsa seçim iptal olur" sözleriyle fitili ateşlemişti.
CHP Genel Başkanı Baykal "Erdoğan'ın cumhurbaşkanı olmasına Silahlı Kuvvetler kayıtsız kalmayacaktır" diyerek orduya göz kırpıyordu. Aynı Baykal ilk sivil cumhurbaşkanı Özal için de "Onursuzca indiririz" buyurmuştu zamanında. Şimdi Ergenekon tutuklusu olan gazeteci Tuncay Özkan"Çankaya'ya barikat kuracağımız günler gelecek" diyordu.
O sıralar kanserle boğuşan Prof. Türkan Saylan rejimin sahiplerinin genel görüşünü çok iyi özetliyordu: "Bu ülkede bizim istemediğimiz bir şeyin olması mümkün değildir". Ulusal Sanayici ve İşadamları Genel Sekreteri Birol Başaran "Hukuk dışına çıkılacak günler geliyor" derken, TKP'nin Ankara 2. Bölge Mv adayı Prof. Erhan Nalçacı cumhurbaşkanının eşinin başörtülü olmasına atıfla "Kanımızın son damlasına kadar türbanla mücadele edeceğiz" diyecekti. Gazeteci Can Dündar Türkan Saylan için "Kitleleri uyandırarak, meydanları doldurarak AKP'nin Çankaya yoluna barikat ördü" yazıyordu.
Elbette en etkili isim Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'tı. Şemdinli'de Kürtleri bombalayan 'iyi çocuklar'ın hamisi Büyükanıt neredeyse hergün Çankaya'ya kimin çıkacağına dair açıklamalar yapıyordu: "Cumhurbaşkanı cumhuriyete sözde değil, özde bağlı olmalı".
Sürecin başka bazı aktörlerini de hatırlamakta fayda var. 367 rezaletinin gerçekleşmesine oylamaya katılmayarak katkıda bulunan iki isim merkez sağın iki partisinin başındaydı: DYP'de Mehmet Ağar ve ANAP'ta Erkan Mumcu. Eski Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, siyasiler ve emekli büyükelçilerin de içinde bulunduğu Encümen-i Daniş vasıtasıyla mesajlar veriyordu. Şimdi Ergenekon tutuklusu olan İlker Başbuğ Kara Kuvvetleri Komutanı'ydı. Danıştay Başsavcılığı görevini şimdi ADD başkanı olan Tansel Çölaşan ("Asker devreye girdi. 27 Nisan sürecini başlatıp milyonlarca insanımızı rahatlattı" diyen Emin Çölaşan'ın eşi), YÖK başkanlığını ise dört yıl boyunca hükümetle çatışanErdoğan Teziç yürütüyordu.
Ve nihayet, 23 Nisan'da Başbakan Erdoğan'ın AK Parti'nin cumhurbaşkanı adayının Abdullah Gülolduğunu açıklamasından dört gün sonra TSK beklenen müdahalesini yaptı. Meşhur 27 Nisan e-muhtırasını yayınladı.
***
Ama 2007 yılının 'özgünlüğü' buraya kadar hatırlatılanlardan dolayı değil. Benzer senaryo ve kumpasları çok gördük. Özgünlük cumhuriyet tarihi boyunca ilk defa bir hükümetin askere (ve hempalarına) açıktan kafa tutarak, hiç gecikmeden, hemen ertesi gün bir karşı 'muhtıra' yayınlayabilmiş olmasında yatıyor.
Bütün bu müdahaleler sonucu kilitlenen meclis (sivil siyaset) 22 Temmuz'da seçimlerin yapılması kararı aldı. Seçime giderken, 12 Haziran 2007'de Ümraniye'de bir gecekonduda bulunan 27 adet el bombasıyla başlayan soruşturmalar, darbeler tarihini değiştirecek Ergenekon Terör Örgütü Davası'na dönüştü. Ve 22 Temmuz seçimlerinde halk, askeri vesayetin üstüne yürüme cesareti gösteren AK Parti'yi, oylarını %34'ten %47'ye çıkararak ödüllendirdi.
***
22 Temmuz seçimlerine giderken sivil siyasetin elini güçlendiren iki olgu daha vardı. İlki, daha sonra ortaya çıkan darbe belgelerinde 'operasyon' olarak bahsedilen Hrant Dink cinayetine yüzbinlerin sokakta verdiği tokat gibi cevaptı. Kaos yaratmak için işlenen bir cinayet ters tepmiş, Ergenekoncular işi ellerine yüzlerine bulaştırmışlardı. "Hepimiz Hrant'ız, hepimiz Ermeniyiz" sloganı bütün ezberleri bozdu.
İkinci olgu ise seçimlere bağımsız adaylarla girilmesi ve önemli bir başarı elde edilmesi oldu. Kürt siyasi hareketi mecliste 20 civarında sandalye kazandı. Sonraki seçimde bu taktiği tekrarlayarak sayıyı 36'ya çıkardı.
İstanbul 1. ve 2. bölgelerde binlerce bağımsız ve gönüllü aktivistin yürüttüğü Ufuk Uras ve Baskın Oran seçim kampanyaları ise Türkiye seçim tarihine geçecek nitelikteydi. Her iki kampanya da açıkça milliyetçiliğe ve askeri darbelere karşı sloganlarla, eşitlik, özgürlük ve demokrasi talebiyle sokakta yürütüldü. Yüzlerce yürüyüş, miting, gösteri yapıldı. Sonuçta Uras milletvekili seçildi, Oran ise (bölgesinde karşısına Kürtlerin aday çıkarmasına rağmen) hatırı sayılır miktarda oy topladı.
***
Türkiye siyaseti 22 Temmuz seçimleri arifesinde ve ertesinde yaşananlarla büyük bir dönüşüm geçirdi. Ardınan gelen davalarla darbeciler ve darbecilik mahkum edildi. Artık Silivri kapısında gösteri yapan darbeci yakınları dahi "Her türlü darbeye karşıyız" pankartı açmayı ihmal etmiyor. Topluca istifa eden genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının arkasından da kimse su dökmüyor. Demokrasi ipine sarılan kazanıyor.
Cengiz Alğan

30 Temmuz 2013 Salı

Gezi Fenomenolojisi: Neye niyet, neye kısmet? - Prof.Dr. Yasin Aktay

Prof.Dr. Yasin Aktay
Stratejik Düşünce Enstitüsü, Yeni Şafak yazarı
30 TEMMUZ 2013 - TSİ 07:10


Gezi Parkı eylemlerinin başladığı tarihin üzerinden tam olarak iki ay geçti.
Başladığı tarihten hemen sonra hızla büyüdü ve her aşamada katılım profili de aynı hızda değişti.
Katılım profilinin değişmesi hem Gezi Parkı eylemlerinin anlamının değişmesinden kaynaklandı, hem de katılımcıların değişmesi anlamını yeniden belirledi.
Olayların başlamasından iki ay sonra şimdi Gezi olaylarına daha soğukkanlı bakma imkanımız var.
Ancak bu imkan bile herkes için aynı anlama gelmemektedir.

Bir kimlik ifadesi

Çünkü Gezi bu saat itibariyle bile artık bir çok kişi için tamamen duygusal bir bağlanma ve sembolik yansıtma alanı, hatta kimlik ifadesi haline gelmiş durumda.
Gezi eylemlerine katılan veya katılmamış olsa bile eylemlerle duygusal ilişki kuranlar için Gezi'den yana olanlar ve olmayanlar diye bir ayırım söz konusudur.
Gezi eylemleri Türkiye'de neticede tam bir siyasal bölünme meydana getirmiş durumda.
Gezi eylemlerine ilk katılım biraz daha büyük bir çeşitlilik arz ediyordu.
Ağaç duyarlılığı adına harekete geçenler, hele bir de polisin tuhaf şiddeti karşısında reaksiyon gösterenlerle birlikte önemli bir tarihsel blok oluşturdukları izlenimi veriyorlardı.
Doğrusu, ağaç ve çevre duyarlılığının bu kadar çok sayıda insanı harekete geçirebiliyor olması, Türkiye adına ancak gurur duyulabilecek bir şeydi.
İnsanların rastgele ağaç kesimine karşı bu duyarlılığı sergilemesi hiç de kaygılanılacak bir şey değil, velev ki, bu duyarlılığı harekete geçiren açık bir dezenformasyon bile olsa.

Dezenformasyon

Gezi eylemlerine katılanlar gerçekten de bir dezenformasyonla harekete geçiriliyordu.
Taksim meydan düzenlemesi neticede İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin sitesinde çok önceden animasyonu yayımlanmış kapsamlı bir projeydi ve o projenin estetiği tabii ki tartışılabilse de, projeyi tek kalemde “ağaç katliamı” olarak nitelemek büyük haksızlıktı.
Proje tamamlandığında meydana mevcut olanından daha fazla ağaç dikileceği bile görülüyordu.
Taksim Platformu'nun başarılı bir dezenformasyonla olayı ağaç katliamı gibi sunması ve ilk planda oluşan tepkilerin polisle karşı karşıya gelmesi olayların patlamasına neden oldu.
Bu aşamada eylemlere katılımda tam bir çeşitlilik söz konusuydu. Ancak zamanla bu çeşitlilik tamamen yok olmadıysa bile iyice azaldı.
Gezi Parkı alanında 15 günlüğüne oluşan ve hemen her kesimin kendini tanıttığı bir tür fuar ve sergi etkinliği olarak ortaya konulan sosyalleşme, paylaşım ve söylem belki başka türlü değerlendirilebilir.
Ancak Gezi ondan ibaret değildi.
Taksim’de radikal sol ve ulusalcı örgütlerin sergiledikleri görsel şiddet ve İstanbul’un çeşitli semtleri ile İstanbul dışındaki bir çok ilde bu kapsamda ortaya konulan eylemlerdeki vandalizm ve şiddet, neticede gezi olaylarının toplamına dahil eylemlerdi.
Gezi ile özdeşlik bağı kurmuş olanlar için Vandalizm ancak polisin orantısız ve haksız şiddetine karşı en fazla bir kendini savunmadan ibaretti.
Oysa ortada tahrip edilen, yakılıp yıkılan yüzlerce kamu veya özel araç, işyeri ve mekan söz konusu.
Başbakanın evini, ofisini ve başbakanlığı basmak üzere defalarca harekete geçen eylemcilerin sergilediği huruç hareketlerinin Gezi Parkı'yla ilgisi yoktu belki ama Gezi Parkı daha ziyade bu eylemlerin ürettiği gürültüyle kendini duyurdu.
Üstelik Gezi Parkı'nı aşarak bütün Türkiye’ye yayılan eylemlerin çıkardığı toz bulutu kalktığında yeni bir ayrışmanın eşiğine gelmiş olduğumuz görüldü.
Üstelik bu ayrışma Türkiye’deki alışıldık ayrışmaların üstüne oturdu, o ayrışmayı belki üç aşağı beş yukarı esnetmiş oldu ama pek de değiştirmedi.
Gezi eylemlerinde yeni bir sosyolojinin doğduğu iddia edildi ki, bu birkaç retorikten öteye kanıtlanabilmiş değil.
Yeni bir gençliğin doğuşuna işaret sayıldı, ama orada aynı yaştaki bütün gençlikten ziyade belli bir ideolojik çevrenin geleneksel olarak tevarüs edilen ideolojik söylemi kendini ifade etmiş oldu.
Başka çevrelerin gençliği başka zeminlerde kendini yeniden üretmeye devam ediyor.
Gezinin farklılıkları benimseyen yeni bir kültürü yansıttığı söylendi, bunun için başörtülülerin veya anti-kapitalist Müslümanlardan öte bir yenilik ortaya konulamadı ki, o örneklerin de mütedeyyin camia içinde güçlü bir temsili olduğunu söylemek mümkün değil.

Somut mesaj yok

Aksine bu eylemlere katılım tarzları dolayısıyla var olan genişleme potansiyellerini de, inandırıcılıklarını da büyük ölçüde yitirdiklerini söylemek bile mümkün.
Yine de rağbet gördükleri yeni çevreleri için yeni bir aşı veya etkileşim ihtimalini de yok saymıyorum.
Diğer yandan Gezi eylemcilerinin toplamda mesajlarının ne olduğuna bakıldığında işin muğlaklığı daha da artıyor. Zira ortada somut bir mesaj, tez veya iddia yok.
Geziciler ne istediler mesela?
Ağaçları kurtarmaksa hem Gezi Parkının mahkeme kararı ile kurtulması, hem de başbakanın temsilcileriyle yaptığı görüşmeler sonucunda zaten parkın veya ağaçların bir risk altında olmadığı görüldü.
Buna rağmen eylemlilik devam etti.
Bu esnada eylemcilerin daha fazla demokrasi veya daha yüksek bir hayat standardı taleplerini de işitmedik, çünkü büyük ölçüde eylemler Türkiye’de son zamanlarda bizzat isyan edilen başbakanın girişimleriyle alabildiğine yükseltilmiş demokratik zemin sayesinde ve o zeminde gerçekleşti.
Eylemcilerinse hayat standardı Türkiye’nin ortalamasının çok üzerinde gibi görünüyordu.
Bu eylemliliğin bir iddiası, talebi veya mesajı yoktu ama kuşkusuz tamamen anlamsız olamazdı.
İlk etapta o anlamda da bir çeşitlilik olduğunu söylemek zorundayız.
Çünkü herkesin bu eylemlere katılımında kendine özgü motivasyonları vardı.

Erdoğan karşıtlığı birleştirdi

Ama ikinci etapta bu anlamın özellikle ilerleyen zamanlarda tek birleştirici sembolü Başbakan Erdoğan karşıtlığı olduğu görüldü.
Erdoğan karşıtlığının nasıl bu kadar insanı bir araya getirdiği kuşkusuz incelemeye değer.
Bu kısa yazının sınırlarında da tüketilebilecek gibi değil.
Bu karşıtlığın başbakanın kendi siyasal mücadele tarihinden bağımsız olduğu da söylenemez.
En çok satan gazetelerde “muhtar bile olamayacağı” haberi bir müjde gibi verilmiş ve öyle de karşılanmış bir liderin kendisine yönelmiş laikçi, seçkinci nefreti hiçbir zaman sıfırlamamış olduğunu göz önünde bulundurmalıyız.
Neticede bu karşıtlık motivasyonuyla hareket edenlerin çok büyük çoğunluğunun zaten başbakana hiç bir zaman sempatiyle bakanlardan olmadığını kaydedebiliriz.
Bu süreçte başbakanın yeni hasımlar kazanmış olması da mümkün, ancak tam da bu hasımlar kadar belki daha fazla sempatizan toplamış olması da.
Bu arada bütün bunların Türkiye’de Başbakan Erdoğan’ı hedef alarak olması ile Mısır’da ve Tunus’ta bugünlerde olup bitenleri, bu olup bitenlere dünyanın gösterdiği ilgiyi de bir arada düşünmek gerekiyor.
Bir bütün olarak baktığımızda İslam dünyasında demokrasinin gelişmesinin, zannedildiğinin aksine Batılıları pek de hoşnut etmediğini görüyoruz.

Mursi-Erdoğan paralelliği

Türkiye cumhuriyeti tarihinin kaydettiği en radikal demokratikleşme hamlelerini gerçekleştirmiş olan Erdoğan’dan bir diktatör üretmek ile yine Mısır tarihinin ilk seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi hakkında diktatör imajı üretme arasındaki paralelliğin birbirinden bağımsız olmadığını düşünüyorum.
Sonuçta bir yıl içinde diktatör görüntüsü üretilen Mursi askeri darbeyle devrildikten sonra ülke tarihinin yine kaydettiği en totaliter ve eli kanlı yönetimi iktidar olduğunda, Batılı dostların buna dair bir sitemlerini bile duymadık.
Aynı şey bugünlerde Tunus’ta oluyor ve hepsinde de eylemcilerin ilk sarıldığı argümanın 'sandığın herşey olmadığı' argümanı olması son derece dikkat çekicidir.
Bu paralellik, sanırım Türkiye’deki Gezi Parkı eylemlerini de, katılımcılarının niyeti ne kadar saf ve temiz olursa olsun, aynı safa düşürüyor.

Gezi medyası: 'Futbolumuz neyse medyamız da o' - Erdal Güven


Erdal Güven
Taraf Gazetesi Yazarı
30 TEMMUZ 2013 - TSİ 07:05


Tesadüf bu ya, Gezi Parkı eylemlerinden birkaç gün önce KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır NTV'de (bir başka tesadüf!) yaptıkları araştırmalarda medyaya güvenin yüzde 20'lerin altında göründüğünü anlatıyordu.
Bu cümleyi 'tweet'le paylaştığımı ve "Çok bile" diyen yüzlerce 'reply' (yanıt) ve 'retweet' (tekrar gönderi) atıldığını hatırlıyorum...
Benzer bir araştırma bugün yapılsa kuvvetle muhtemel ki tek haneli bir oran çıkar karşımıza.
En başta belirtmekte yarar var ki bu analizde kastedilen medya, merkez medya.
Varlık nedenleri 'hükümeti savunmak' ya da 'hükümet ağzıyla kuş tutsa beğenmemek' olarak algılanan medya bir başka analizin konusu olabilir.
Özellikle de ilk gruptaki medyanın eylemler boyunca ve hâlâ saçmaya devam ettiği 'şizofreni-paranoya karışımı nöbet hali' ayrıca incelemeye değer.
Şunu da not etmekte yarar var: Toptan bir eleştiri değil bu. Sonuçta merkez medya içinde de 'dik durmaya' çalışan isim ve mecralar oldu ama istisnalar kaideyi bozmuyor ne yazık ki.

Gezi'nin üç nefret objesi

Gezi Parkı eylemlerinde 'üç nefret objesi' öne çıkıyordu. İlk sırada Başbakan Erdoğan vardı. İkinci sırada polis. Üçüncü sırada ise ne acı ki merkez medya.
Pek de şaşırtıcı olmayan bir sıralama olarak görülebilir bu aslında.
Erdoğan önce eylemcilere karşı 'çapulcu' yaftasıyla simgeleştirdiği bir umursamazlık havasındaydı.
Sonrasında çıta 'terörist'e, hatta 'darbe heveslileri'ne kadar yükselince başbakanın umursamazlığı öfkeye, hiddete dönüştü. Kolluk kuvvetleri de Erdoğan'ın haleti ruhiyesine ve söylemine koşut olarak şiddetin dozunu yükselttikçe yükseltti.
Merkez medya daha ilk günlerden itibaren 'olan biteni' olduğu gibi yansıtmaktansa handiyse Erdoğan'ın söylemini 'onaylarcasına' yansıtan, polis şiddetini görmezden gelen bir yayıncılık sergiledi.
Dahası başbakanın her demeci, her konuşması saniye saniye verilirken, eylemcilere mikrofon uzatan, kim olduklarını, neden orada olduklarını, ne istediklerini, ne amaçladıklarını soran yoktu.
Süleyman Demirel'in meşhur bir MİT eleştirisi vardır. Der ki, “MİT her gün size Afrika'da hangi kabile hangi kabileden kaç kişiyi öldürdü diye haber verir ama Ankara'da altınız oyulur, darbe hazırlanır haber vermez.”
Tam da böyleydi merkez medyanın durumu Gezi direnişinin ilk günlerinde.

'Eylemciler temsil edilmedi'

31 Mayıs'tan itibaren kitleselleşen, Türkiye tarihinde görülmemiş bir katılımcı çeşitliliği arz eden; İstanbul, İzmir ve Ankara gibi metropollerin göbeğinde cereyan eden; polis devletinin hortladığı eylemler neresinden bakarsanız bakın Türkiye için 'dünyanın en önemli haberi'ydi.
Ama televizyonlarda penguenler, yemek programları, tatil sohbetleri gırla gidiyor, gazetelerde bir türlü 'hak ettiği' haber değerini bulamıyordu eylemler.
Medya, burnunun dibinde olup biteni haber vermiyordu. En fazla, geçiştiriyordu.
"Eleştiriye, muhalefete fazlasıyla tahammülsüz bir başbakanımız var."
Erdal Güven
İşler çığrından çıkıp eylemler gözden görülemeyecek boyutlara ulaştığında aynı medya epey uzun süre kısa ve 'soğuk' haberlerle, 'akıllı uslu' tartışma programlarıyla idare etti vaziyeti.
En ilginci de, hem o haberlerde hem de o programlarda; analistler, siyasetçiler, sanatçılar, hatta magazin figürleri bile boy gösterirken, eylemcileri temsilen -mesela Taksim Dayanışması'ndan- herhangi birinin adının bile geçmemesiydi.
Eylemler sürerken bir Reuters muhabiri, son derece basit bir soru sordu, daha doğrusu sormaya çalıştı başbakana. Ve neredeyse basın kahramanı, demokrasi kahramanı ilan edildi. İyi kötü bir soru sordu, sorabildi diye! Medyanın hali o kadar vahimdi yani.
Aslında, Ağırdır'ın sözünü ettiği KONDA verilerinin de ortaya koyduğu gibi medya gazetecilik açısından nicedir irtifa kaybediyordu Türkiye'de, Gezi eylemleri sırasında ise yere çakıldı.
Merkez medyanın yapısal durumuna ilişkin bir iki not düşmezsek analiz eksik kalabilir.

Asıl tehdit sansür değil, yüzeysellik

Her şeyden önce eleştiriye, muhalefete fazlasıyla tahammülsüz bir başbakanımız var. Bu tahammülsüzlük hükümetin ve AKP'nin söylem ve icraatına da yansıyor ister istemez. En fazla 'pay' da medyaya düşüyor.
"Gözünüz ticarette, kulağınız siyasetteyse kendi ağzınızı kendiniz bağlarsınız."
Erdal Güven
İkincisi, merkez medya patronları yayıncılık dışı işlerle de uğraştığı için hükümetle, AKP'yle ve tabii herkesten önce Başbakan Erdoğan'la arayı iyi tutma, hiç olmazsa amiyane tabirle 'papaz olmama' kaygısından sıyrılamıyor.
Hal böyle olunca 'yapılabildiği kadar' özgür yayıncılık yapılabiliyor.
Olup bitenlerden merkez medyanın çıkarması gereken çok ders var ama mevcut yapısıyla o dersleri çıkarması da, uygulayabilmesi de zor.
Nedeni basit: Gözünüz ticarette, kulağınız siyasetteyse kendi ağzınızı kendiniz bağlarsınız.
Medya değil ama medya çalışanları çıkaracaktır ders bütün bu olup bitenlerden. Çıkarıyorlar da zaten.
Ayrıca Türk medyasının yalnız bugün değil, öteden beri karşı karşıya bulunduğu en büyük tehlike sansür ya da otasansür değil, yüzeysellik, niteliksizlik.
Fethi Naci'nin lafını uyarlarsak, “Futbolumuz neyse medyamız da o.”

Bu ilan neden "Today's Zaman"da da yayınlanmadı? - Mehmet Barlas

Bu ilan neden "Today's Zaman"da da yayınlanmadı?
Siz sayın okurlarımın da anlamakta zorlandığınız durumlar yok mu? Mesela ben kendi mesleğimi doğrudan ilgilendiren çok güncel bir durumu anlamakta zorlandım.
Şöyle ki...
- Türkiye'deki AK Parti iktidarının mitinglerini Hitler'in Nazi Partisi'nin gösterilerine benzeten ve ünlü sanatçıların imzaladığı bildiri, neden sadece "The Times"da yayınlandı? İngilizce yayın yapan ve üstelik Türklerin daha fazla okudukları Cemaat'in (veya Hizmet'in) yayın organı "Today's Zaman"da da neden yayınlanmadı bu bildiri?
Çünkü bu bildiride yer alan iddialar Today's Zaman köşelerinde hemen her gün seslendirilmekte. Bu arada gazetemiz Sabah da hemen her gün hedefte...
Türk medyasındaki tabloyu genel açıdan bilen ama ayrıntıları ve mülkiyet yapılarını bilmeyenler, ilk bakışta "Today's Zaman"ın da Gezi eylemlerinin sözcüsü ve pompalayıcısı konumundaki Doğan Medyası'na ait bir yayın organı olduğunu düşünebilir.

Erdoğan'ı desteklemek ayıp mı?
Dünkü köşe yazılarının başlıklarını özetle vereyim isterseniz.
- Erdoğan neden Türkiye'yi kutuplaştırıyor?
- Muhalefetin kriminalleştirilmesi.
- Erdoğan'ın gazetecileri.
Bu arada bir köşe yazısında beni de ele alan bir yazar da "Mehmet Barlas köşesini Erdoğan'ın eylemlerini haklı göstermeye adadı. Erdoğan mükemmel lider, baba, eş, evlat olarak sunuluyor" çizgisinde bir şeyler yazmış.
Evet... Anlamakta zorlandığım durumlardan bir de "Cemaat"in yayın organlarının Gezi Parkı eylemleri sürecinde tencere ve tava gürültüsüne kendilerini neden böyle fazlaca kaptırdıklarıdır?

Basın özgürlüğü mü? 
"Cemaat böyledir, Cemaat organlarında yazanlar iktidar yanında yer almaz" demeyin sakın.
Ben 28 Şubat post-modern darbesinde çok kısa süre Zaman'da yazmak imkânına kavuştum. Ama dönemin sorumlularından biri olan Mesut Yılmaz'ı eleştiren cümlelerim yazılarımdan çıkarılmak istendiği için ayrıldım Zaman'dan.
28 Şubat'ta atanmış Mesut Yılmaz'a sergilenen muhabbet ve hoşgörünün şimdiki seçilmiş Başbakan Erdoğan'dan niçin esirgendiğini anlamakta tabii ki zorlanıyorum.
Acaba bir algılama hatası mı var hepimizde?
Hatırlarsınız... Bir dönemde "Avrupa Birliği'ne giden yol Diyarbakır'dan geçer" denilmişti.
Acaba şimdi de bazıları "Alternatif iktidara giden yol Pensylvannia'dan geçer" diye mi düşünüyor. AK Parti'ye öfkeli veya bu iktidara alternatif arayan kim varsa, mutlaka Fethullah Gülen'i ziyaret ediyor.

Laikçi endişeliler 
İşin garibi dini bir cemaatin lideri ile dertleşen bu ziyaretçilerden bazıları AK Parti iktidarının özel yaşam alanlarını kısıtlayacağını düşünen laikçi endişeliler.
İşte bu Cemaat'in yayın organlarında yer alan bazı yorumlara bakarsanız, Başbakan Erdoğan'ı desteklemek ve sokak eylemlerine karşı çıkmak, hem düşünce özgürlüğüne, hem de basın özgürlüğüne karşı olmakla eş anlamlıdır.
Sayın Gülen'in ülkeye ve insanlara sunduğu hizmetlerini yok saymak sadece insafsızlıktır.
Ama onun ülkesine neden dönmediğini ve Cemaat'in bazı sözcülerinin neden bir siyasi karşı kampın üyeleri izlenimi verdiklerini anlamak da mümkün değildir.
Neticede Cemaat bir cemaattir ve AK Parti bir siyasi partidir. Aydın Doğan'la Fethullah Gülen'i aynı eğilimdeki medya sermayesinin sahipleri olarak görmeye eğilimli olanlar, sadece Gülen'e haksızlık ederler, onun imajını bozarlar.

http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/barlas/2013/07/30/bu-ilan-neden-todays-zamanda-da-yayinlanmadi

29 Temmuz 2013 Pazartesi

Besteci Erol Sayan: "Atatürk’ün ruhunu çağırdık bizi tersledi"


Besteci Erol Sayan Canlı yayında Atatürk'ün ruhunu çağırma hikayesini anlattı: Bizi tersledi, celallendi.

Atatürk ile ilgili tüm zamanların en uçuk iddiası dün gece Habertürk ekranında dile getirildi. Besteci Erol Sayan , Gazi Mustafa Kemal hakkında öyle bir iddiada bulundu ki, hem programın sunucusu, hem de ekran başındaki milyonlar ağzı açık izledi.
Habertürk TV ekranlarında yayınlanan Murat Bardakçı ve Erhan Afyoncu'nun sunduğu Tarihin Arka Odası programın önceki gece konuğu ünlü besteci Erol Sayan’dı. 1956 yılında ruh çağırma seansı sırasında Atatürk’ün ruhunu çağırdıklarını anlatan Sayan, ‘Bizi tersledi’ dedi.
BEN SİZİN OLDUĞUNUZ YERE İNEMEM DİYE KIZDI
Besteci Sayan, Atatürk’ün ruhunu çağırma olayının detaylarını şu sözlerle anlattı: “Evet çağırdık. 1956 yılıydı. Kıbrıs’la ilgili bir soru sorduk. Bize celallendi, ‘Ne siz bulunduğumuz yere çıkabilirsiniz ne de ben sizin olduğunuz yere inebilirim. Rahatsız etmeyin’ dedi. Adeta kovaladı bizi, tersledi. Biz de tekrar denemedik. Sorumuz, kendisinin Kıbrıs için söylediği ‘Bu millet o mahbubenin peşini bırakmayacaktır’ sözü üzerineydi.”

Tartışılan yazı: "Hz. Musa gitmişti Firavun’a…" - Kerim Balcı

19 Temmuz 2013, Cuma

Müslüman Kardeşler! Ülkeniz, ordunuzun işgali altında. Yakın tarihinizin ilk demokratik seçimiyle cumhurbaşkanlığına taşıdığınız Muhammed Mursi iç-savaş esiri. Nerede olduğunu bile bilmiyorsunuz.

30 Haziran’dan beri sokaklarda işgale karşı direniş gösterileri yapıyorsunuz; bir şey değişmiyor. Kendi askerleriniz, size kurşun sıkmaktan çekinmiyor. Her büyük gösterinizde birkaç yüz kardeşiniz daha giriyor iç-işgalcilerin hapishanelerine. İç-işgalciler, kendi hükümetlerini atadılar bile. Bir yıl haklı olarak oturdukları bakanlık koltuklarından, haksız olarak sökülüp, gözaltı koğuşlarına sokuldu liderleriniz. Yakında mahkemelerin soğuk sandalyelerine oturtulacaklar.
Kızmak hakkınız. Kızgınlığınız şakaklarınızdan taşıp sokaklara akıyor, adalet ve özgürlük istiyorsunuz. O da hakkınız.
Ama hakkınızdan daha azına razı olmak da hakkınız.
İsterseniz ve maslahat bunu gerektiriyorsa, geçmişte hep sabırla, ümitle, hikmetle yaptığınız gibi iç-işgalcilerinizle konuşup, ülkenizin menfaatleri için demokratik haklarınızdan fedakârlıkta bulunabilirsiniz. Kardeş kanı akmasın diye, üzerinize kâbus gibi çökecek bir kalıcı olağanüstü hal yönetimi ilan edilmesin diye, otuz yıl daha kurtulamayacağınız bir cunta anayasası ortaya çıkmasın diye meşru ve fakat elinizden alınmış haklarınızın bir kısmından vazgeçip, elinizde bir kısım hakların kalmasını sağlayabilirsiniz. Bilirsiniz, tamamı elde edilemeyen bir hayrın, tamamından da vazgeçilmez. İşte göründü; iktidarınızın ihtiyarı yokmuş. İktidarınızdan vazgeçip, ihtiyarı ele geçirebilirsiniz. İdareniz iradesizmiş; idareden muvakkaten feragat edip, iradeyi ele alabilirsiniz.
Evet, mazlumsunuz; ama hepten mahpus, hepten mağdur, hepten maktul olmak ihtimaliniz de var. Zaman istiklal harbi zamanı değil, istikbalin muhafazası zamanıdır. Bugün sizin elinizden alınanın, çocuklarınızın da elinden alınmayacağını garanti etme zamanıdır.
Evet, hariçten gazel okumak kolaydır; ama hariçte okunan gazel, dâhilde okunacak ağıttan güzeldir. Gelin, hiç değilse bir kısmınız, yapılacak yeni anayasanın şekillenmesinde rol oynayın. Gelin, hiç değilse, gelecek kuşağın kolay kurtulabileceği bir anayasa ortaya çıkarmak için darbenin atadıklarıyla konuşun. Hiç değilse, değiştirilmesi teklif edilemez maddeleri olmayan bir anayasa ortaya çıkması için, kan için, kızılcık şerbeti içtik deyin, zaliminize halim bir dille konuşun.
Demokrasiniz fecr-i kazipmiş. Fecr-i sadığı karanlığa küfretmek getirmez. Zamanın çözeceği sorunları, isyan çözemez. Siz hem Müslüman, hem kardeşsiniz; karanlıkta savrulan yumrukların kardeşlere vurmak ihtimali de var. Kardeşi vurmaksa ne Müslümanlığa, ne kardeşliğe sığar. Onların neyi hak ettiği sizi alakadar etmez. Size düşen her durumda Müslümanlığın ve kardeşliğin gereğini yerine getirmektir.
Müslüman Kardeşler!
Biliyoruz ki bizden de kardeşlik bekliyorsunuz. Nefret ettiklerinizden, sizinle birlikte nefret edelim istiyorsunuz. Fakat biz Mısır’a muhabbetten başka bir şey gösteremeyiz. İstiyorsunuz ki beddualarınıza katalım beddualarımızı. Fakat biz Mısır’a duadan başka bir şey gönderemeyiz. İstiyorsunuz ki darbenin atadıklarıyla konuşmayalım, yazışmayalım; ne onlar gelsin bize, ne biz gidelim onların makamına…
Evet, onlar zalim, onlar gâsıp, onlar işgalci amma,
Bütün zulümlerine rağmen, Hz. Musa (as) gitmişti Firavun’a…

28 Temmuz 2013 Pazar

Izzy Finkel'in yayımladığı "Bülent" isimli e-dergi

Hakkımızda


drawabt

BÜLENT günümüz Türkiyesi’ne dair yeni düşünme biçimlerini teşvik etmeyi hedefleyen bir online dergidir.

BÜLENT ismini siyaset adamı, şair ve çevirmen Bülent Ecevit ile sevilen transseksüel şarkıcı Bülent Ersoy’dan alıyor.

Gelmiş geçmiş en ikonik bu iki Bülent’ten Ersoy olanının herkesin gözü önünde gerçekleşen cinsiyet geçişi 1980 askeri darbesine tesadüf etmiş, Ecevit olanının ise başbakanlık yaptığı 2001 yılında üzerine anayasa kitapçığı fırlatılması zorlu bir ekonomik krizi tetiklemişti. Kimlik politikalarının öngörülemez biçimleri ve yazının kaba kuvveti gibi Türkiye’nin halihazırdaki en ilginç gerilimlerine temas eden bu iki figürün hayatları, ülkeye dair yaygın beklentileri hüsrana uğratma potansiyelleriyle de BÜLENT için bir tür çıkış noktası sağlıyor. Nitekim dergi Türkiye’nin ‘peçesini açmak’ gibi bir derdi olmaksızın mevcut eleştirel tartışmalara katkıda bulunmayı amaçlıyor.

Dergide makale, deneme, ropörtaj, çeviri, fotoğraf ve multimedya işler yayınlıyoruz. Muhtelif alanda işbirlikçiler arıyoruz, özellikle de Türkçe’ye yazı çevirmek isteyenleri. Bizimle info@bulentjournal.com adresinden irtibata geçebilirsiniz.

Sayı Sıfır: Nisan 2013

Editörler: Izzy Finkel & Thomas Roueché

‘Dynamiet voor de Sultan’ (Sultan İçin Dinamit) / II. Abdülhamit, Edouard Joris'i neden affetti?


II. Abdülhamit, Edouard Joris'i neden affetti?

Yıldız Suikastı'nın arkasındaki Belçikalı anarşist


METE ÖZTÜRK

Şair Tevfik Fikret’in “Bir Lâhza-i Ta’ahhur” tabiriyle (Bir anlık duraklama) II. Abdülhamit Han’ı hedef alan suikastçılar emeline ulaşamadı. 26 kişinin öldüğü, 58 kişinin yaralandığı Yıldız Suikastı, o dönem uluslararası basında büyük yankı buldu. Suikast girişiminin ardından başlatılan soruşturma ve yargılamada Belçikalı anarşist Edouard Joris, olayın baş zanlısı olarak idama mahkûm edildi. Fakat Joris iki yıl sonra padişah tarafından affedildi. Peki neden?

21 Temmuz 1905 tarihinde, İstanbul büyük bir patlamayla sarsıldı. O gün, Cuma Selamlığı için Yıldız Camii’nden çıkan II. Abdülhamit Han’ı bekleyen bombalı araç infilak etti. Amaç, Avrupa ülkelerinin ilgisini Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan Ermenilere çekmek. Fakat şair Tevfik Fikret’in “Bir Lâhza-i Ta’ahhur” tabiriyle (Bir anlık duraklama) suikastçılar emeline ulaşamadı. Şeyhülislam Cemaleddin Efendi’nin padişaha bir soru sorarak geciktirmesi, Sultan’ı bombanın etki alanı dışında tutmuş, 26 kişinin hayatını kaybettiği ve 58 kişinin de yaralandığı patlamadan sağ olarak kurtarmıştı.

Yıldız Suikastı, o dönem uluslararası basında büyük yankı buldu. Suikast girişiminin ardından başlatılan araştırmada 15 kişi tutuklandı ve Belçikalı anarşist Edouard Joris olayın baş zanlısı olarak mahkûm edildi. Fakat Joris idama mahkûm edildikten iki yıl sonra padişah tarafından affedildi ve Belçika’ya geri döndü. Osmanlı vatandaşı olmayan birinin Abdülhamit’e yönelik suikast girişiminde önemli bir rol üstlenmesi birçok soru işaretini beraberinde getiriyor. Olaydan bir hafta sonra tutuklanan Joris neden kaçmayı düşünmedi?


Edouard Joris ve Yıldız Suikastı hakkında ne Belçika ne de Türk tarihinde yeterli bilgi bulmak mümkün değil. Olay adeta tarih kitaplarından silinmiş ve şimdiye dek konu üzerinde ciddi bir çalışma yapılmamış. Konuyu tarihin bilinmeyen sayfalarına ebediyen mahkûm etmekten kurtaran tek bir derlenmiş eser ‘Dynamiet voor de Sultan’ (Sultan İçin Dinamit) kitabı. 1968 yılında Belçikalı zanlının yakın arkadaşı Victor Reseller’e gönderdiği mektupların gün yüzüne çıkması üzerine Water Reseller tarafından yazılmış.


Anarşist Joris

Edouard Joris erken yaşta okulu bırakmasına rağmen dillere olan yatkınlığı dikkat çekiyor. 1896 yılında anarşist dergi Ontwaking’in (Diriliş) kurucusu Victor Reseller ile tanıştıktan sonra Anvers’teki işini bırakarak İstanbul’a göç ediyor. Joris’in neden Belçika’yı terk edip Osmanlı topraklarına yerleştiği tam olarak bilinmese de suikast davasının kayıtlarında mahkeme başkanı Hilmi Bey’e Paris’te yayımlanan Pro Armenia dergisinde Ermenilerin kaderi hakkında bir yazıdan çok etkilendiğini söylüyor. Joris, ayrıca İstanbul’da kaldığı yıllarda Diriliş dergisine “Şark’tan” yazı dizisi için yazılar kaleme aldı. Bu yazılarında Ermeni taşnakların  davasına ciddi şekilde destek çıkıyor.

1894 ile 1896 arası 300 bin Ermeni’nin Sultan II. Abdülhamit Han’ın emri doğrultusunda Türk ve Kürtler tarafından öldürüldüğünü söyleyen Joris, Avrupa devletlerinin de sırf kendi çıkarları için olayları görmezden geldiklerini yazıyor. Sonuç olarak Ermeni taşnakların silahlı şiddete başvurmaktan başka çarelerinin kalmadığını anlatıyor. Tutuklanmasının ardından mahkeme başkanı Hilmi Bey’in sorularına verdiği cevaplardan da neden Ermeni terörist komitecilerle işbirliğine girdiğini anlayabiliyoruz.

Sorgulamalar sırasında Joris, herhangi şahsi bir çıkarı olmadığını, amacının Ermeni halkının varlığını sistematik bir şekilde yok etmeye çalışan bir padişahı ortadan kaldırmak olduğunu açık bir şekilde beyan ediyor. Bu görüşe nasıl ulaştığını soran mahkeme başkanına ise “Başta İngiliz ve Fransız konsoloslukların yıllık raporlarından ve Avrupa gazeteleri ve Ermeni dostlarıyla yaptığım görüşmelerden.” cevabını veriyor.

İdam sehpasından özgürlüğe

Edouard Joris, suikast girişiminde yer almamış olsa da, hazırlıklarda oynadığı kilit rolden dolayı Abdülhamid’i öldürme girişiminin beyni olarak tutuklanacaktır. Belçikalı tertipçinin, patlayıcı maddenin yurtdışından getirilip Galata’daki apartmanında depolanmasından bombalı aracın gümrükten geçirilmesine kadar planın her safhasında parmağı bulunuyor.

Bu safhada Joris’ten başka, Ermeni Devrimci Federasyonu kurucularından  Kristofor Mikaelyan ve kızı olarak tanıttığı Rubina, iş arkadaşı Vramchabou Kindirian, örgütün ileriki safhalarına başına geçecek olan Konstantin Kabulian, Kabulian’in eşi Sophie Rips, Karabet Ohanesyan, Silvio Ricci, Ardach Hatchik Kapudanian ve Trase Yuvanoviç bu örgütün belli başlı üyeleri olarak sıralanıyor.

1904’te Sofya’da (Bulgaristan) düzenlenen Ermeni Devrimci Federasyonu kongresinde Abdülhamit’i öldürmekle vazifelendirilen Mikaelyan’la tanışan Joris, artık örgütün önemli bir parçası haline gelmiştir. Joris, patlamanın gerçekleştirilmesi için çok sıkı ve hassas bir kurgu yapıyor. Önce Pera’da (Beyoğlu) bomba için gerekli malzemelerin depolanabileceği geniş bir daire tutuyor. Mikaelyan ve Rubina Joris’le beraber bu daireye yerleşiyorlar. Belli bir müddet sonra dairenin yanında boşalan evi de kiralayıp, bu evde her gün gizli görüşmeler yapılıyor.

Hazırlıklar sürerken, Viyana’dan özel olarak tasarlanan bir fayton sipariş ediliyor. Örgütün emeli, faytonun oturak kısmına bomba düzeneğini yerleştirip, Cuma Selamlığı sonunda Sultan’ı acımasızca katletmek. Saatli bombayla ayarlanmış düzeneğin patlaması için örgütün kadın üyeleri birkaç kez Cuma Selamlı’ğına katılıyor ve padişahın camiden saraya olan yürüyüş zamanlamasını ölçüyorlar.

Patlayıcı madde olarak, dinamitten 5 defa daha güçlü olan melinit kullanılıyor. Yurtdışındaki Ermeni komiteciler tarafından gönderilen patlayıcı, Galata gümrüğünden ‘Beyaz ev sabunu’ adı altında geçirilerek Pera’daki örgüt evinde depolanıyor. Joris, mektuplarında şiddetli patlayıcının taşınması esnasında, 100 kilo patlayıcı maddeyi Galata’dan Pera’ya getiren hamalın dengesini kaybedip karakolun önüne düşürdüğünü bile anlatmış. Joris kapıdaki askerle yüz yüze gelmiş, kendinin ve hamalın tutuklanmasını beklerken tam aksine bir muamele görmüş. Asker, hamalı ayağa kaldırmış ve dökülen maddenin toplanmasında yardım etmiş.

Son hazırlıklar

Saatli bombayı denemek için Bulgaristan’a giden Mikaelyan ve Kindirian, bombanın erken patlaması sonucu ölüyorlar. Örgütün bu iki aksiyoner isminin ölümüyle örgütün başına Konstantin Kabulian geçiyor. Tüm hazırlıklar tamamlandıktan sonra, kendi aralarında kura çeken örgüt üyeleri, bomba yüklü faytonu kimin Saray güzergâhına yerleştireceğini tartışıyorlar. Suikast girişiminin öncesindeki gece Joris son kez Kabulian ile görüşüyor. Yapacakları eylemin sonuçlarını ve etkilerini tartışıyorlar. Joris suikastın ardından eylemlerine vakit kaybetmeksizin devam etmesi gerektiğini savunuyor ve aylardır üzerine düşündüğü planı anlatıyor. Ülkenin bir kaos ortamına çekilerek, planın bununla sınırlı kalmaması gerektiğini, petrol depoları, yabancı banka ve kurumların da havaya uçurulması gerektiğini teklif ediyor. Böyle güçlü ve istikrarlı bir direnişin karşısında Avrupa devletlerinin kayıtsız kalamayacağını vurguluyor.

Ertesi sabah işyerine giden Joris, büyük bir merakla patlama sesini bekliyor. Bu arada Rubina, faytonu hesapladıkları yere yerleştiriyor ve sayacı 2 dakikaya ayarlıyor. Kalabalıktan dikkat çekmeden uzaklaşmak için bayılma rolü yapan Rubina, ona yardım etmek için atından inen kurye ile birlikte, başka bir araca binerek Sirkeci garına gidiyor.

Vicdanım ve gururum kaçmamı engelledi

Olayı tertip eden örgüt üyeleri Sirkeci’de buluşup Orient Ekspres’le önce Filibe (Bulgaristan), oradan da Viyana üzerinden Cenevre’ye kaçıyorlar. Edouard Joris ise aksine İstanbul’dan ayrılmıyor. Sokaklardaki sessizlik, suikastın başarısız olduğunu henüz bilmeyen Joris’in dikkatini çekiyor. Ertesi gün olayın detaylarına ulaşan Joris, padişahın patlamada ölmediğini ve olayın sorumlularını bulmak için geniş çaplı bir araştırma başladığını öğreniyor. Polisin her yerde Kabulian’i aradığını öğrenen Joris, yakalanacaklar listesinde kendi isminin de olduğundan emindir. Oysa Joris kaçmayı düşünmüyor ve işine devam ediyor. Anılarında kaçmama sebebi olarak suikast öncesi Kabulian’a verdiği sözden bahsediyor. Joris’in Hilmi Bey’e verdiği cevap ilginçtir. “Başkasını öldürmeye cesaret eden, ölümden korkmamalıdır.” diyerek vicdanının ve gururunun kaçmasına mani olduğunu söylüyor.

Tutuklanma

Suikast girişiminden tam bir hafta sonra Joris sorgu için gözaltına alınıyor. Başta bütün suçlamaları inkar eden Joris’in, önüne getirilen deliller karşısında itiraf etmekten başka çaresi kalmıyor. Viyana’dan sipariş edilen fayton, yazmış olduğu mektuplar, imzaladığı belgeler önüne koyuluyor. Hatta olayın içinde yer alan diğer örgüt üyelerinin isimleri de açıklanıyor. Bütün bunların karşısında Joris eşine yazdığı mektupta şaşkınlığını şu şekilde anlatıyor: “Her şey ama her şey en basit teferruatına kadar biliniyordu. Bu kadar bilgi karşısında başım döndü. Nasıl, kimden ve nereden? Tam bir gizem.

Tabii ki o ana kadar olayın içinde bir Belçikalı olduğu bilinmiyor. Joris’in tutuklanmasının ardından diplomatik ilişkiler gerilmeye başlıyor ve Osmanlı’nın Brüksel’deki Ermeni asıllı konsolosu Kavafian, İstanbul’a çağrılıyor. 1901’de İstanbul’a gelebilmesi için vize işleminde Joris’i ‘zararsız’ olarak tanımlayan Osmanlı sefiri Kavafian, hastalığını bahane ederek Brüksel’de kalıyor.

Karar celsesinden bir gün önce, 1905’in 17 Aralık’ında Belçika’nın İstanbul’daki  Büyükelçisi, zamanın Osmanlı Dışişleri Bakanlığı olan Hariciye Nezareti’ne bir nota gönderiyor ve mahkûm edilmesi halinde Joris’in kendilerine iade edilmesini istiyor. Büyükelçi iade  talebini  iki devlet arasında imzalanan “Dostluk  ve Ticaret” anlaşmasına dayanarak yapıyordu. Fakat Osmanlı makamları Belçika’nın bu isteğini reddediyor.

Joris’in annesinin Sultan II. Abdül-hamit’ten af talebinde bulunması gibi birkaç girişimin dışında olayın üzerine gidilmiyor. Artık bütün umudunu kaybeden Joris hapishaneden kaçma planları dahi yapıyor. Fakat beklenmedik bir şekilde Joris için yeni bir umut doğuyor. İdam cezalarını genellikle uygulamayan Sultan II. Abdülhamit, Joris’in cezasını da müebbete çeviriyor. 11 Kasım 1907’de ise Joris’e serbest kaldığı takdirde padişaha ne yazılı ne de fiili herhangi bir teşebbüste bulunmayacağına dair bir belge imzalatılıyor. Bu belgeyi imzaladıktan bir ay sonra 23 Aralık 1907’de Sultan II. Abdülhamit, Joris’i affediyor.

Sultan Abdülhamit’in Joris’i affetmesi çok farklı şekilde yorumlanıyor. Bu konu hakkında incelediğimiz eserlerde ise Abdülhamit’in Joris’i kendisi adına çalışmak üzere Avrupa’ya gönderdiğinden bahsediliyor. Diğer bir tez ise Abdülhamit’in yurtdışındaki baskılara dayanamayıp Joris’i affetmek zorunda kaldığı yönünde. Joris Belçika’ya döndükten sonra Diriliş dergisine neden Sultan’ın kendisini iade ettiğini (affedildiğini kabul etmiyor) yazıyor. Olayın yankıları, Avrupa siyaset kulislerinde uzun bir süre devam ediyor. Nitekim anarşistlerin Amsterdam’daki Uluslararası Kongre’sinde, Joris meselesi ele alınması gereken en önemli dava olarak kararlaştırılmıştı.