22 Ekim 2013 Salı

Israel and Iran: An eternal alliance - Haaretz

Its rabid anti-Israeli rhetoric allows the ayatollahs' cruel regime to distract the masses from their real problems.


By Aner Shalev Aug. 26, 2012

Iran needs Israel. Iran needs Israel desperately. If Israel did not exist, Iran would have to invent it. Israel is the spice of life to the Iranian regime, which should be indebted to it. It is because of Israel that it has survived for so long.
Its rabid anti-Israeli rhetoric allows the ayatollahs' cruel regime to distract the masses from their real problems, from economic distress and an increasingly intolerable cost of living, from political oppression and the killing of demonstrators, from the absence of freedom and the stoning of women.
Hatred has always been a unifying force, one that strengthens regimes. There is nothing like a demonic external enemy to silence internal tensions. Choosing an enemy is far more important than choosing a friend, Nietzsche wrote. Iran has succeeded at this beyond all expectation.
Israel is helping Iran. It is threatening it. The threats of an imminent attack, which are becoming increasingly blatant, are grease to the creaking wheels of the ayatollahs' regime, a last-minute lifesaver held out by the Israeli leadership. The enlightened and democratic forces in Iran, the students, academics and members of the middle class who three years ago filled Tehran's streets clamoring for freedom and fair elections, posing a threat to the regime, would rally around it in the event of an Israeli attack.
Prime Minister Benjamin Netanyahu and Defense Minister Ehud Barak serve the interests of Iran's supreme leader, Ayatollah Ali Khamanei, and President Mahmoud Ahmadinejad. By playing the role of aggressor they aid in the demonization of Israel within Iran. Now it is easier to describe Israel as a cancerous growth in the Middle East. Even the skeptics will be convinced. Even if Israel's war threats are never realized they have already helped the Iranian regime, whose wise choice of enemy is serving it faithfully.
The Iranian people deserve a different leadership, and they will get it. The Arab Spring will burst the boundaries of the Arab world, it will come to Tehran, and when that happens Iran's nuclear program will be of no more interest to us than that of India. Israel needs Iran. Israel needs Iran desperately. If Iran did not exist, Israel would have to invent it. Iran is the spice of life to the current Israeli leadership, which should be indebted to it. It is because of Iran that it is still in power.
Hatred and scaremongering have always been effective control mechanisms, especially for right-wing governments. His rabid anti-Iran rhetoric enables Netanyahu to harp on the Holocaust and to distract the masses from their real problems, from economic distress and an increasingly intolerable cost of living, from collapsing public services and massive spending on settlers and Haredim.
Iran is helping Israel. It is threatening it. These threats are grease to the creaking wheels of the Netanyahu government, which pounces on them as on hidden treasure. The clouds of war created by Barak and Netanyahu, which have polluted our atmosphere since early last winter, have succeeded in stifling the widespread social protest that had posed a clear threat to the government.
The demands for affordable housing, social justice and properly funded and functioning public services, have melted away in the face of the coming apocalypse of missiles and the bomb. The rare flowering here of civic and feminine discourse have once again yielded to belligerent and masculine discourse. And as in Iran the clergy hold the reins: Shas party spiritual leader Rabbi Ovadia Yosef was recently briefed by national security adviser Yaakov Amidror. It remains only to find a religious ruling to justify war.
Israel deserves a different leadership, and it will get it. It's only a matter of time. In the meantime the failed leaders of Israel and Iran engage in a complex choreography that from a distance appears to be a terrifying sword fight, but which upon closer inspection turns out to be the Dance of the Seven Veils. It is an eternal alliance between obsolescent regimes who owe each other their survival.

21 Ekim 2013 Pazartesi

Art of Surviving

Suriye’nin kimyasal silah sorununu kim üzerine alacak?


Birleşmiş Milletler ve Arap Birliği Özel Temsilcisi Lahdar Brahimi, Şam’ın kimyasal silahların imhası konusunda uluslararası toplum ile yaptığı işbirliğinden memnun. Askeri amaçlı zehirli maddelerin üretiminde kullanılan donatımın yarısı imha edildi. Fakat mevcut zehirli maddelerin imhası sorunu henüz çözülmedi.

Şam, Kimyasal Silahların Yasaklanması Anlaşmasını imzalayarak uluslararası denetçilerin kontrolü altında kimyasal silahları aktif bir şekilde imha etmeye başladı. İki haftada zehirli maddelerle doldurulabilen bombaların ve füze başlıklarının yarısı imha edildi. İki hafta sonra bu aşama tamamlanacak.

Peki, bizzat zehirli maddeler ne olacak? Rusya Politik Araştırmalar Merkezi çalışanı Andrey Baklitskiy, bu sorunun yanıtının henüz bilinmediğini söyledi:

“Daha önce Kimyasal Silahların Yasaklanması Anlaşması çerçevesinde her zaman tamamen sahibi olan ülkenin topraklarında imha ediliyordu. Rusya, ABD, Libya ve Arnavutluk bu şekilde yapıyor. Yani Suriye’de imha edilmesinin teknik bakımdan imkansız olduğunu iddia etmek yanlış olurdu. Diğer yandan imha çalışmalarının silahlı çatışmaların yaşanmadığı yerde imha edilmesinin daha doğru olduğunu anlıyoruz.”

Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ve ABD’li muhatabı John Kerry, geçtiğimiz Cumartesi günü, Suriye’nin kimyasal silah bileşenleri ile malzemelerinin “mümkünse, Suriye sınırları dışında” imha edilmesine ilişkin çerçeve anlaşmasını imzalamıştı. Şam, kimyasal silah stoklarının bir kısmının ülke dışına çıkarılmasını onayladı. Fakat şimdilik nereye çıkarılacak ülke bilinmiyor. ABD, Suriye’nin komşuları Türkiye ve Ürdün’ü kandırmaya çalıştı. Fakat bu ülkelerin zaten Suriye yüzünden çok fazla sorunu var ve yenilere ihtiyacı yok. Irak ve Libya ise zaten istikrardan uzak. ABD’nin başvurduğu Avrupa ülkeleri, öncelikle Arnavutluk, Belçika, Norveç ve Fransa, olumlu cevap vermiyor. Rusya’nın seve seve yardım edeceğini ancak imkanı olmadığını belirten Rusya Askeri Sanayi Komisyonu Başkanlığı Toplumsal Konseyi üyesi Viktor Murahovskiy, Rusya’nın Sesi radyosuna şunu söyledi:
“Rusya’da kanuna göre zehirli maddelerin taşınması yasak. Bir de kendi imha sürecimizi halen tamamlamadık. Birkaç bin ton kimyasal madde imha etmemiz gerek. Bunlar, özel yerlerde bulunuyor, hiç bir yere taşınmıyor, bulunduğu yerde imha ediliyor.”

Günümüzde kimyasal silahları imha etmek için iki yöntem uygulanıyor. İlki, kimyasal yöntemle etkisiz hale getiriliyor ya da yüksek sıcaklarda yakılıyor. ABD, yakma usulünü tercih ederken Rusya kimyasal usulü kullanıyor. Her iki yöntem oldukça zararsız fakat büyük harcamalar ister. Askeri uzman Viktor Murahovski konuyla ilgili şunu söyledi:

“Donanım fiyatları malum. Örneğin Rusya’daki imha fabrikasının maliyeti yaklaşık 200 milyon dolar. Yakma donanımı daha ucuz ancak daha sayıca daha fazla olması gerekiyor. Yani toplamda yine 200-250 milyon dolar olur. Bunun dışında kimyasal silahları toplama, taşıma ve güvenliğini sağlama maliyetleri de hesaba katılmalı.”

Uluslararası plana göre Suriye’deki kimyasal silahlarının imhası gelecek yılın ortalarına doğru tamamlanmalı. Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, geçenlerde, aslında tüm süreç için en az bir yıla ihtiyaç olduğunu söylemişti. Batı, hemen Esad’ı sorunu uzatmakla suçlamıştı. Fakat gidişe bakılırsa Esad’ın açıkladığı süre daha gerçekçi görünüyor.


Treacherous Alliance: The secret dealings of Israel, Iran, and the United States


"The Iranian president is a Persian version of Hitler." --Israel Deputy Prime Minister Shimon Peres, referring to Iran President Mahmoud Ahmadimejad
"[Israel and U.S. need to establish] a broader strategic relationship with Iran." --Prime Minister Shimon Peres to President Ronald Reagan, September 1986

11 Ekim 2013 Cuma

"Dershanecilerin zaferi. Özel dershaneler kapanmıyor"


12 Eylül yönetiminin dershaneleri kapatma kararını Özal durdurdu


Dershanelerin kapatılmasıyla ilgili tartışma 1982-83 yıllarında da yaşanmıştı.
Darbe yönetiminin talimatıyla dershanelerin kapatılması veya özel okula dönüştürülmesine imkân tanıyan düzenleme Bülent Ulusu hükümeti tarafından 16 Haziran 1983’te yasalaştırıldı. 1 Ağustos 1984’ten itibaren dershanelerin kapısına kilit vurulacaktı. Kurum sahiplerine, dershanelerini özel okula dönüştürmek isterlerse yardımcı olunacaktı. Ancak, Turgut Özal’ın seçimleri kazanmasıyla proje akamete uğradı. Özal hükümeti, iktidara geldikten kısa bir süre sonra yasayı yürürlükten kaldırdı.  
Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) dershaneleri kapatma girişimi, geçmişte bu konuda yaşanan tartışmaları hatıra getirdi. 12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra kurulan Ulusu hükümeti döneminde de dershanelerin kapatılması ya da özel okula çevrilmesi gündeme gelmişti.
Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı’nın bir gazeteye manşet olan açıklamalarıyla yeniden alevlenen ‘kapatma’ tartışması, 1982-83 yıllarında da aynı şekilde yaşanmıştı. Darbe yönetiminin direktifleriyle dershanelerin kapatılması veya özel okul olarak faaliyetlerine devam etmesine imkân tanıyan düzenleme, Ulusu hükümeti tarafından 16 Haziran 1983’te yasalaştı. Kanun gereği, 1 Ağustos 1984’ten itibaren bu kurumların kapısına kilit vurulacaktı. İsteyen dershane sahiplerine, özel okula dönüşmek isterlerse yardımcı olunacaktı. Ancak, Turgut Özal’ın seçimleri kazanmasıyla bu proje akamete uğradı. Özal hükümeti, iktidara geldikten kısa bir süre sonra bu yasayı yürürlükten kaldırdı.
Özel dershane sahiplerinin, bu kurumların ‘neden kapatılmaması gerektiğini’ anlattığı 8 maddelik rapor da dönemin Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın kanunun iptaline yönelik hazırladığı yasanın ‘gerekçesi’ olarak gösterildi.
İşte o 8 maddelik gerekçe:
Özel teşebbüsün Milli Eğitim ile ilgili yatırımları, önemli ölçüde azalacaktır.
Özel dershanelerle ilgili olarak yapılmış yatırımlar âtıl kalacaktır.
Fakir oldukları için kendilerine özel dershanelerde ücretsiz olarak ders verilen öğrenciler, bu imkândan mahrum kalacaktır.
Öğrenme hevesi ve yarışma arzusunun canlı tutulmasında özel dershanelerce sağlanan katkı ortadan kalkacaktır.
Özel dershanelerin kapatılması halinde bu tür faaliyetler benzeri hususlar denetim dışı kalacaktır.
Özellikle orta ve sabit gelirli vatandaşların çocuklarının özel dershanelerle sağlanan eğitim imkânlarından yoksun kalması, bazı huzursuzluklar yaratacaktır.
Devlet Hazinesi’ne maddi bakımdan yük olmayan özel dershanelerin, Hazine’ye sağladıkları maddi katkı ortadan kalkacaktır.
Dershanede istihdam edilen personelin işine son verileceğinden, işsiz kalmaları ihtimali doğacaktır.

10 Ekim 2013 Perşembe

"Dekoltenizi kapatıp tekrar geçer misiniz!"


Latif Demirci

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/24890273.asp

Ruhsatsız eğitim - Gülay Göktürk


Hükümetin, sonunda dershaneleri kapamasının mümkün olmadığını -hem hukuken hem de pratikte- anlaması ve bu sevdadan vazgeçmesi iyi oldu.

Bu vazgeçişi deklare ederken kullandığı dili anlıyorum elbette ama tebessüm etmekten de kendimi alamıyorum.

"1 Ocak 2014'ten itibaren dershanelerin ruhsatları yenilenmeyecek, dershaneler artık yasal olarak da Milli Eğitim sistemi içerisinde yer almayacak." 

Böyle diyor Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı.

Şu anda MEB'in ilgili yasasında dershaneler "bir üst eğitim kurumuna hazırlamak üzere eğitim veren kurumlar" olarak tanımlanıyormuş, bu kalkacakmış. MEB sistemi içerisinde yasal olarak tanımlanmış dershane diye bir kurum olmayacakmış...

Dershanelerin Milli Eğitim'in çatısı altında "yasal olarak tanımlanmış bir kurum olması"öğrencilerin ya da velilerin çok umurundaydı da...

Pardon, bir kere umurlarında oldu. Dershanelerin "Milli Eğitim'in parçası" olduğunu şimdiye kadar bir kere hissetti öğrenciler... O da, 28 Şubat sürecinde başörtüsünün dershanelerde de yasaklandığı zamandı!
 
İtibar ruhsattan mı geliyor?
 
Peki ne değişecekmiş dershaneler Milli Eğitim sisteminden ayrılıp sivilleşince?

"Bu piyasada MEB'in onaylamadığı, ruhsat vermediği ve denetlemediği kurumlara itibar edilmez" diyor Bakan... Yani bu değişiklikle dershanelerin kendiliğinden yok olmasını beklediklerini söylüyor.

Sanki tabelalarda gördüğümüz o "TC Milli Eğitim Bakanlığı" ibaresi dershanelere bir kalite güvencesi veriyordu; dershaneler şimdiye kadarki itibarlarını "resmi bir kurum" olmaktan alıyorlardı da, sivilleşince itibar kaybedecekler...

Bu piyasayı yakından bilenler, dershaneler arasında nasıl kıyasıya bir kalite-fiyat rekabeti olduğunu; velilerin ya da öğrencilerin dershane seçerken nasıl ince eleyip sık dokuduklarını; dershanelerin karşılaştırmalı başarı grafiklerini, uyguladıkları eğitim yöntemlerini, sınıf oluşturma politikalarını, öğretmen kadrolarını nasıl tek tek inceleyerek karar verdiklerini bilirler.

Herkes emin olabilir ki, bu karar verme süreçleri bundan sonra da böyle olacak, dershane ihtiyacı devam ettikçe "ruhsatlı mı, ruhsatsız mı" diye bakmak kimsenin aklının ucundan bile geçmeyecektir.
 
Darısı okulların başına 
 

Aslında, bu konuda sorulması gereken asıl soru, "dershaneler Milli Eğitim sisteminden neden çıkarıldı" sorusu değil, "dershanelerin Milli Eğitim sistemi içinde ne işleri vardı ki zaten" sorusudur.

Bir müteşebbisin, eğitim sektöründe ortaya çıkan talebe cevap vermek üzere kurduğu ticari bir işletme neden Milli Eğitim'in parçası olsun ki?..

Bunun şimdiye kadar böyle olması, devletin eğitim sektörünün tamamını elinde tutma, kontrol etme ve yönlendirme tutkusunun sonucudur. Türkiye'de devlet, her şeyi bırakabilir ama eğitimi kimselere bırakamaz. Devlet, eğitimi "vatandaşa karşı görevi" olarak kabul ettiğini söylese bile, için için görevden çok hakkı olarak görür. Yurttaşlarını daha yaşken avucunun içine alıp dilediği gibi eğip bükme, istediği kalıba sokma hakkı... O yüzden de eğitimden elini bir türlü çekemez. Tevhid-i Tedrisat'la tek tip eğitimi garanti eder. Özel okulların her şeyine müdahale eder, binbir türlü kısıtlama-kural getirir; YÖK'le üniversitelerin bile müfredatına karışır. Özel dershaneleri bile"kendi parçası" olarak tanımlayıp denetlemeye, ruhsatlandırmaya kalkışır.

Dolayısıyla, yapılan bu değişikliği dershaneler açısından bir handikap değil, kurtuluş olarak algılamamız ve darısı okulların başına dememiz gerekir. Hedefimiz, bütünüyle "ruhsatsız bir eğitim" olmalıdır...

Evet, ideolojisiz devlet yoktur; bütün devletler belli oranda ideolojiktir ama bazıları daha da ideolojiktir.

Amacımız kendi devletimizi mümkün olduğunca nötrleştirmek, mümkün olduğunca tarafsız bir aygıta dönüştürmekse eğer, eğitim konusu özel bir önem taşır. Çünkü eğitimdeki devlet tekeli, ideolojik devletin en bariz ortaya çıktığı alandır. Bu alanın devletin kontrolünden çıkması, özgürleşmesi, sivilleşmesi, çeşitlenmesi, çoğulcu bir yapı kazanması, ideolojik devletin dönüştürülmesinde çok önemli bir adımdır.


http://www.bugun.com.tr/ruhsatsiz-egitim-yazisi-820836

Halife Abdülmecid ve tartışılan tablo



İmzasız bir tablo, birileri “Halife Abdülmecid Efendi’ye ait!” dedi diye ona ait olur mu? “Avluda Kadınlar” tablosu büyük ihtimalle Gustave Boulanger’ye yahut onu ustaca taklit eden başka bir ressama ait olmalıdır. Bu tablonun Abdülmecid Efendi’ye ait olduğunu söyleyebilecek bir eksperin çıkabileceğini sanmıyorum. 
Dolmabahçe Sarayı Sanat Galerisi’nde Sultan Abdülaziz’in Polonya’da, Krakov Müzesi’nde muhafaza edilen bir albümdeki eskizleriyle bu eskizlerden yola çıkarak yapılmış, Osmanlı zaferlerinin tasvir edildiği tabloların yer aldığı harika bir sergi açıldı: “Eskizlerden Tablolara: Ressam Sultan Abdülaziz”.
Küratörlüğünü Lütfi Şen’in, sanat danışmanlığını Ömer Faruk Şerifoğlu’nun üstlendiği serginin bir tezi var: Biri Askeri Müze’de, diğerleri Milli Saraylar Tablo Koleksiyonu’nda korunan savaş konulu on altı tablonun Sultan Abdülaziz tarafından yapıldığı... Eskizlerdeki şaşırtıcı yetkinlik ve dinamizm, gerçekten söz konusu imzasız tabloların Sultan Abdülaziz’in fırçasından çıkmış olma ihtimalini güçlendiriyor.
Aslında bu yazıda, bu sergiden uzun uzun söz etmek niyetindeydim. Fakat önceki gün, bir müzayedede bir milyon altı yüz bin liraya alıcı bulan “Avluda Kadınlar” adlı tablo vesilesiyle Ahmet Hakan’ın yazısında ismimin geçtiği haber verilince kararımı değiştirdim. Havuzlu bir bahçede çıplak kadınları eğlenirken gösteren bu tablo Sultan Abdülaziz’in oğlu olan son halife Abdülmecid Efendi’ye aitmiş. Bir yazar, “Son halifenin bu tablosunu duvarına asabilecek zengin bir muhafazakâr var mı?” diye soruyor. “Halife hazretleri bile ‘nü’ yapmış, siz nerelerde otluyorsunuz!” demek istiyor zahir. Herhangi bir yanlışı halife yaptı diye doğru mu kabul edeceğiz? Diyelim herhangi bir papa homoseksüel çıktı; homoseksüellik bütün Katolikler için meşru mu olur? Bu nasıl bir mantıktır? Kaldı ki hilafet, papalık gibi ruhanî değil, siyasî bir makamdır.
Peki, imzasız bir tablo birileri “Halife Abdülmecid Efendi’ye ait!” dedi diye ona ait olur mu?
Ahmet Hakan, benim bu tablonun Abdülmecid Efendi’ye ait olmadığı yolundaki görüşüme kimsenin itibar etmediğini yazmış. Evet, böyle bir görüş serdettim, ama tam altı yıl önce... Bu köşede 13 Aralık 2007 tarihinde “Aklıma Takıldı Bir Kere, ‘Nü’nün Peşine Düştüm” başlıklı yazımda bu meseleyi ele almış, “Abdülmecid Efendi’nin her gün yaşadığı ortamı, yani haremi, kendi fantezilerini ‘harem’ diye dünyaya pazarlayan oryantalist ressamların gözüyle tasvir edebileceği nasıl düşünülebilir?” diye sormuştum. Bu yazı çıktıktan sonra, söz konusu tablodan tam altı yıl hiç söz edilmedi. Demek ki fikrime fena halde itibar edilmiş.
Söz konusu tablonun Abdülmecid Efendi’ye ait olduğunu ilk defa Hamit Kınaytürk iddia etmiş, yıllarca çıkardığı Sanat Çevresi dergisinin Eylül 1990 tarihli 143. sayısının kapağında kullandığı 117 x 175 cm. ebadındaki bu tablo hakkında şunları yazmıştı: “Bu sayıdaki Sanat Çevresi’nin kapağında gördüğümüz ve ilk defa yayımlanmakta bulunan ‘Avluda Kadınlar’ adlı eser, Şehzade Abdülmeci’in, döneminin ne denli aydın bir kişisi olduğunu var gücü ile kanıtlamaktadır. 1899 tarihini taşıyan bu resim sanatçının 31 yaşında yaptığı mükemmel bir kompozisyondur.”
Gelecek yıl (1991) Abdülmecid Efendi’nin eserlerinden oluşan bir serginin açılacağından da söz eden Kınaytürk, bu vesileyle rahmetli Sezer Tansuğ’dan bir yazı istemiş. “Şehzade Abdülmecit Efendi’nin İlgi Çekici Ressam Kişiliği” başlıklı yazısında -Kınaytürk kendisini haberdar etmemiş olmalı ki- “Avluda Kadınlar”dan hiç söz etmeyen Tansuğ, tam aksine şunları yazmış: “Abdülmecit Efendi modernleşen saray yaşamını resimde, kla­sik bir soyluluk içinde yansıtma­nın ötesinde geleneksel yaşam de­ğerlerine yönelik kompozisyon ça­lışmalarını, aynı üslûp değerleri­nin ayrıntı zenginliklerine kavuş­turmamış, ama hiçbir zaman or­yantalizmin yapay ve sahte, düz­mece gerçekçilik yolunu da tutma­mıştır.”
Son halife, harem resimleri yapmamış mıdır? Yapmıştır! Mesela “Haremde Goethe”, “Sarayda Beethoven”, kızlarının ve Ofelya Kalfa gibi cariyelerin portreleri, bazı saraylı kadınlar... Bunların hiçbiri çıplak değil. Bildiğim kadarıyla tek kadın çıplağı vardır, onun da bütün anatomik özelliklerini kalın bir tüle bürünmüş gibi belirsizleştirmiştir.
Abdülmecid Efendi’ye ait olduğu iddia edilen tablo, Gustave Boulanger’nin mesela “Le Harem du Palais” (Sarayda Harem), The Bathers (Yıkananlar), “The Slave Market” (Köle Pazarı) ve “A Summer Bath at Pompeii” (Pompeii’de Bir Yaz Hamamı) adlı tablolarıyla karşılaştırılırsa birbirine benzeyen birçok ayrıntı görülecektir. Bu resimlerin hepsine internetten erişilebilir. “Avluda Kadınlar” tablosunun tam ortasında çeşmenin yanında çömelmiş kadın figürünün neredeyse aynısı “The Slave Market”ta, geniş yapraklı ağacın bir benzeri “Le Harem du Palais”da, çiçeklerin sarıldığı sütunların benzerleri de “A Summer Bath at Pompeii”de vardır. Bu tabloların üçünde, “Avluda Kadınlar”daki gibi yerde serili ve perde gibi kullanılan birbirine benzer halılar göze çarpmaktadır.
Hemen her resmine bir de siyahî cariye konduran Boulanger’nin akademik üslûbu benzerlerinden rahatlıkla ayırdedilebilir.
Amatörlüğü aşmış bir ressam olmakla beraber, üslûbundaki naifliği hemen fark edebileceğiniz Abdülmecid Efendi’nin herhangi bir tablosuyla Boulanger’nin herhangi bir tablosunu yan yana koyunuz; ikisinin aynı fırçadan çıktığını söylemenin imkânsız olduğunu göreceksiniz. Abdülmecid Efendi aptal mıdır ve harem bilmediği bir mekân mıdır ki, hayali harem sahnelerine iltifat etsin. Tabloyu gençliğinde yaptığı iddia ediliyor. Peki, gençliğinde ulaştığı teknik ustalık, yaşlılığında yaptığı tablolarda niçin yok?
Kısacası, “Avluda Kadınlar” tablosu büyük ihtimalle Gustave Boulanger’ye yahut onu ustaca taklit eden başka bir ressama ait olmalıdır. Bu tablonun Abdülmecid Efendi’ye ait olduğunu söyleyebilecek bir eksperin çıkabileceğini sanmıyorum.

Az kalsın unutuyordum: Tam altı yıl önce yazdığım yazıyı şu cümleyle noktalamıştım: “Yakında “Abdülmecid’in Nü’sü müzayedeye çıkıyor!” diye bir haber okursanız, sakın şaşırmayınız!” b.ayvazoglu@zaman.com.tr

9 Ekim 2013 Çarşamba

Divan Otel'e "Gezi protestolarındaki cesareti" için dev ödül


Gezi Parkı eylemleri sırasında gösteticilere kapılarını açan Divan Otel'e uluslararası ödül geldi. Ödülün gerekçesinde Divan'ın Gezi Parkı protestolarında "sivil dayanışma ve cesaretin önemli bir örneğini" ve "misafirperverliğin kriz anlarında da ne kadar gerekli olduğunu" gösterdiği vurgulandı.


Dünya otelcilik sektöründe en prestijli ödüllerden sayılan 'Hospitality Innovation Award'a bu yıl Divan Oteli layık görüldü.

Merkezi Münih'te bulunan PKF hotelexperts isimli kuruluş tarafından verilen ödülün çarşamba akşamı Münih'te yapılacak bir törenle sahiplerine takdim edileceği duyuruldu.

Ödülün gerekçesini açıklayan PKF Genel Başkanı Michael Widman, Koç Grubu'nun son 100 yılda Türkiye'nin en büyük şirketlerini kurduğuna dikkat çekerek, “Divan Otelleri küçük fakat imajı büyük 11 otel ve 1447 yataktan oluşuyor. Bunun yanı sıra Divan Oteli ve Koç Ailesi son Gezi Parkı protestolarında sivil dayanışma ve cesaretin önemli bir örneğini göstermiş, misafirperverliğin kriz anlarında da ne kadar gerekli olduğunu kanıtlamıştır” dedi.

2007 yılından beri verilen 'Hospitality Innovation Award', uluslararası otelcilik alanında gösterilen başarı ve sosyal angajmanlar baz alınarak veriliyor.

Ödüle son üç yılda Motel One oteller zinciri, SOS Kinderdorf ve Studiosus layık görülmüştü.

"Türküm, doğruyum, çalışkanım" dediler 19 defa IMF'ye gittiler - Süleyman Yaşar



İlkokullarda andımızın kaldırılması bazılarını çok rahatsız etti. Hatta "Andımızın neresinden rahatsız oldular?" diyerek soruyorlar. Yine andımızın kaldırılmasının felaket olduğunu ileri sürenler bile var.
Peki soruyu bir de şöyle sorsak "İlkokullarda 1933'ten beri tekrarlanan andımızın bu ülkeye ne faydası oldu?" Bırakın andın faydasını, zararı oldu. Başta Kürt milliyetçiliği olmak üzere diğer etnik ve kültürel milliyetçilik akımları ivme kazandı bu süreçte. Bir de milliyetçilik söylemi ekonomide dışa açılmayı engelledi. Pek çok ülke 1960'lı yıllarda dış ticaretini serbestleştirip küresel rekabete girişirken biz 1971'de korumacı tedbirler aldık. Böylece motoru sürekli su kaynatan kalitesiz arabalar bu ülke insanına dünya fiyatlarının beş katına, çalışırken yürüyen çamaşır makineleri, bir türlü net görüntü vermeyen televizyonlar dünya fiyatlarının on katına satıldı.
İşte çocuklara her sabah "Türküm, doğruyum, çalışkanım" tekrarı yaptıranlar yerli malı haftaları düzenleterek kalitesiz malların zorla tüketilmesini sağladılar. Tabii bu arada bazıları zenginleştikçe zenginleşti. 1984'te Turgut Özal, yüksek gümrük duvarlarını kaldırıp ekonomiyi rekabete açınca haksız kazançlarını kaybedenler Özal'ı öldürmek için suikast düzenlediler. Sonunda başarılı oldular, zehirleyip öldürdüler. Ardından "Kürt çocuğuna her sabah Türküm doğruyum çalışkanım dedirtirsen Kürt çocuğu da çıkar daha doğruyum, daha çalışkanım der" diyen Necmettin Erbakan'ı da bir darbeyle Başbakanlıktan uzaklaştırdılar. Erbakan, bir de KİT'lerin ellerindeki mevcut parayla finansman havuzu kurup yüksek faizle borçlanmayı engelleyince antçılar için kötü adam olmuştu tabii. Bu arada postmodern darbenin ardından ilkokullarda ant okunmaya devam ederken darbeyi destekleyenlerin kamu bankalarını soymalarına göz yumuldu. Kredi kartı alacak mali itibarı olmayanlara darbeyi destekledikleri için banka kurma izni verildi. Böylece vatandaşın mevduatı bu özel bankalardan hortumlanıp yurtdışına transfer edildi. Bu arada sabah akşam Onuncu Yıl Marşı'nı söyleyip, "Ne mutlu Türküm diyene" tekrarı yapanlar bütçe açığının milli gelire oranını yüzde 24'e, devlet borçlarının milli gelire oranını yüzde 94'e yükselttiler. Ve dönemin başbakanı Bülent Ecevit başka çare kalmadığı için 1999'un sonunda IMF'ye gitti "battık, gelin bizi kurtarın" dedi. Anlayacağınız her sabah ilkokullarda ant tekrarlanırken birileri devleti soyduğundan bu ülke tam 19 defa IMF'ye gidip borç almak zorunda kaldı.
Niye anlattık bütün bunları? Anlattık çünkü Başbakan Erdoğan son on yılda bütçe açığının milli gelire oranını yüzde 1.5'e, kamu borç yükünü yüzde 36'ya geriletti. Nasıl yaptı bunu? Bütçenin hortumlamasını engelledi. Böylece bütçe açığı azalıp borç yükü gerileyince on bir yıl önce 230 milyar dolar olan milli gelir 820 milyar dolara yükseldi.IMF'ye olan borçlar ödendi. O halde artık her sabah ant tekrarına gerek kalmadığını söyleyebiliriz.

http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/yasar/2013/10/07/turkum-dogruyum-caliskanim-dediler-19-defa-imfye-gittiler

"Esad'ın kolayca devrilebileceğini düşünmek büyük hataydı"


Esad'ı üç güç ayakta tuttu

Esad'ın siyasi ömrü uzadı mı? Bu sorunun yanıtını Taraf Gazetesi Yazarı Erdal Güven, RS FM mikrofonlarına verdi. Suriye’nin Ortadoğu’nun en örgütlü devleti olduğunu belirten Güven, Esad'ın kolayca devrilebileceğini düşünmek büyük hataydı” dedi.
Ali Topuz ile Dünya Hali'ne konuk olan Erdal Güven, gelinen noktada Suriye'de rejimin önemli özelliklerinin belirleyici olduğunu dile getirdi. Güven, "Esad rejimi, Ortadoğu'daki diğer benzer rejimlerin aksine tabansız değildi, bu gözardı edildi. Dar da olsa önemli bir tabanı var” dedi. Güven, Suriye devletinin Ortadoğu'nun en örgütlü devleti olduğunu da vurguladı.
Erdal Güven: Suriye’de öteden beri ama özellikle de son 2 yıllık süreçte rejim etrafında kenetlenmiş bir halk desteği var. Suriye rejiminin Tunus’tan, Mısır’dan, farklı olarak bir tabanı var.

“SURİYE, ‘MISIR, LİBYA VE TUNUS’TAN FARKLI
Erdal Güven, “Suriye hem iç hareketlere hem de İsrail nedeniyle dış saldırılara karşı silah yatırımı yapan bir ülke” diye konuştu.
“İkincisi Suriye, kuruluşundan bu yana komşularıyla hep irili ufaklı savaşlar içerisinde bulunduğu için, içeride rejimin bekasını garantiye alabilmek adına dış güçlere karşı özellikle silaha, orduya, istihbarat teşkilatına çok yatırım yapmış bir devlet. Yine bu iki yıllık süreçte bunun ne kadar önemli olduğu rejimin ayakta durmasını sağlamak açısından ortaya çıktı. Dolayısıyla Suriye’nin Mısır, Libya, Tunus gibi olmayacağı, Suriye’de işlerin öyle yürümeyeceği Suriye tarihini ve Suriye Devleti’nin ve toplumunun yapısını bilenler için sürpriz değil.”

“ESAD’IN KOLAYCA DEVRİLEBİLECEĞİNİ DÜŞÜNMEK HATAYDI”
Suriye’nin, çıkarları Batı ile ters düşen Rusya ve İran gibi ülkelerle işbirliğinde başarılı olduğunu söyleyen Güven, “Esad'ın kolayca devrilebileceğini düşünmek büyük hataydı” ifadesini kullandı.
“Batı ile Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere İsrail’le ilişkileri yüzünden sürekli bir husumet içerisinde olduğu için Suriye rejimi arkasını hep Amerika’nın karşısında gördüğü güçlere dayamak durumunda kaldı. Neydi bunlar? Zamanında Sovyetler Birliği’ydi. Şimdi de büyük ölçüde yine Sovyetlerin mirasçısı olan Rusya, bir ölçüde belki Çin ve tabi bölgesel anlamda en önemlisi İran. Bunun dışında Ortadoğu’nun en güçlü örgütlerinden birisi Hizbullah.”

“BELLİ BİR DEVLET AKLINA SAHİP”
Taraf Yazarı Erdal Güven, “Suriye, belli bir devlet aklına sahiptir. Gerektiğinde şiddet kullanması, zalim olması bu gerçeği değiştirmez” dedi. Güven, İran'ın da uluslararası sisteme yaklaşmasıyla Esad'ın elinin daha da güçleneceğini belirtti.
“Aklı olan ve bu aklını kullanabilen bir rejim, onu da gördük. Baba Esad’da böyleydi. Ciddi anlamda ekonomik zenginliği olmayan bir ülkeyi neredeyse Ortadoğu’nun belirleyici ülkelerinden biri yapmayı başarabildi.

“İRAN NORMALLEŞTİKÇE ESAD’IN ELİ GÜÇLENİR”
İran ne kadar dış politikada normalleşirse, rasyonelleşirse bu ister istemez bütün bölgeye ve İran’ın bir numaralı müttefiki Suriye’ye, Suriye’nin dış politikasına da yansıyacaktır.”


"Her CHP'li çağdaş uygarlık yolunda bir militan gibi davranmak zorundadır"


"Ben olsam CHP'ye oy vermem"


CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, partisiyle ilgili cesur özeleştirilerde bulundu.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, AKP'nin kaleleri olan, CHP'nin zayıf olduğu yerleri, partisinin kadın kollarına hedef olarak gösterirken, partisiyle ilgili çarpıcı ifadelerle özeleştiri yaptı.
Programında yer almamasına karşın partisinin Kadınlar Kurutlayı'na giden Kılıçdaroğlu, basına kapalı gerçekleşen toplantıda özetle şunları söyledi:
"Her CHP'li çağdaş uygarlık yolunda bir militan gibi davranmak zorundadır. Altını çiziyorum, militan gibi davranmak zorundadır. İçinde bulunduğumuz toplumu değiştirmek, dönüştürmek bizim sayemizde olacak. Toplumu çağdaş uygarlığa hazırlamak bizim sayemizde olacak. CHP'lilerin hiç gitmediği, sıfır oy çıkan köye gittim, 2 oy çıktı. Sonra 8 kişi CHP'ye üye oldu. Gidip elini sıkmamışız. 'Merhaba' bile dememişiz. 'Kusura bakmayın, gelmekte gecikmişiz' dedik. Bizim insanımız aslında her türlü kabule hazır. Fakat biz tepeden bakmaya alışmışız.
Niye bize bir merhaba demiyorsunuz?
"Siyasete yeni girmiştim, Ankara'nın bir ilçesine gittik. Küçük bir ilçe. Parti otobüsü geçti, biraz uzakta indik kasabanın dışında yürüyerek toplantının yapılacağı yere gidiyoruz. Parti büyüklerimiz en önde, elleri cebinde, küçük dağları ben yarattım diye gidiyorlar. Ben biraz arkada durdum, esnafa merhaba desek diye. Sonra bir dükkanda "merhaba nasılsınız" diye el sıktım. "Siz kimsiniz" dedi. "CHP'liyiz". "E niye bize bir merhaba demiyorsunuz" dedi. Yani böyle gidiyorsunuz. Şimdi böyle kimseye ben olsam oy vermem. Orada panel düzenlemek yerine köyün kahvesine gitsek veya kasabanın kahvesine gitsek çay, kahve içsek, "nasılsınız" desek...
'5 militanımız olsa...'
Pursaklar'da 5 kadın militanımız olsa, Pursaklar sorunu kalmaz. 15 kadın militanımız olsa, her mahalleden bir tane, emin olun Sincan'ı hallaç pamuğu gibi atarlar. Çankaya'ya giderken giydiğiniz kıyafetle gecekonduya giderken giydiğiniz kıyafet aynı olmamalı. Halktan birisi olduğunuzu göstermek zorundasınız.

6 Ekim 2013 Pazar

Andımız’ın yazarı Reşit Galip aynı zamanda kafatası ölçen bir doktordur! - Mustafa Armağan


Meğer, Andımız’ın mucidi ezanı da Türkçeleştirmiş!


Demokratikleşme Paketi, 80 yıldır çocuklarımıza okul kapılarında içirildiğimiz And’ı tarihe gömmüş oldu. Bir askerî darbeyle geri getirmeye kalkmazlarsa şimdilik ona veda ettiğimizi düşünebiliriz. Peki Andımız’ı başımıza saran mucidi hiç merak ettiniz mi?
Adı, Dr. Reşit Galip. Bir tıbbiyeli ama bulaşmadığı iş yok neredeyse. Neler mi? Yorulmazsanız sayalım:
Mübadele Komisyonu delegesi, Aydın Milletvekili, Ankara İstiklal Mahkemesi üyesi, Türk Ocakları Merkez Heyeti Başkan Vekili, Türk Tarihi Tetkik Encümeni Genel Sekreteri, Türk Tarih Kurumu Genel Sekreteri, CHP GYK Üyesi, Halkevleri’nin kurucularından...
Dahası var ama o zamanlar daha ‘milli’ olmamış olan Eğitim (Maarif) Bakanlığı yaptığını söyleyeyim de kestirmeden gidelim. 41 yaşında ölen, Andımız’ın bu becerikli mucidinin bilmediğimiz daha nice yönleri olduğunu görelim mi?
Rodos’ta dünyaya gelen Reşit Galip’in 1919 yılında Köycüler Cemiyeti’ne kendi eliyle verdiği hayat hikâyesinde ilginç bir ayrıntıyı yakalıyoruz. Buna göre Yahudilerin kurduğu Alliance İsraelite İlkokulu’na girmiş ama bir sene sonra Sultan Abdülhamid’in emriyle okuldan çıkarılmış! Sultan bunu yaptıysa bir bildiği vardır, diyor ve söz konusu okulların hangi gayeyle kurulduğunu Aron Rodrigue’in “Türkiye Yahudilerinin Batılılaşması” adlı kitabından okuyoruz (Ayraç: 1997, s. 126):
“(Bu okullar), Batılılaşmanın yanında öğrencilerinden Yahudilik inancına tam bir bağlılık içinde olmalarını da istemekteydi. Örgüte göre Yahudilik, üstün bir ‘ahlakî’ din olarak okullarda verilen eğitimin ayrılmaz bir parçası olmalıydı. Alliance okullarını kuranlar Doğu ve Kuzey Afrika’daki Yahudi halklarının dinsel duygularını güçlendirmeyi, onların Yahudiliğe, Yahudiliğin tarihine ve geleneklerine, iyi ve soylu olan her şeye bağlı olmalarını istemekteydi.”
Muhtemelen gizlice Amerikan Kız Koleji’ne giden genç Halide Edip Adıvar’ı okula gitmekten men eden Sultan Abdülhamid’in gözü, görünüşte Reşit Galip’in de kökü dışarıda bir Yahudi okuluna gitmesine göz yummamıştır.

Yahudi Prof.lar, tarihçilik ve ırkçılık

Ne gariptir ki, aynı Reşit Galip, Darülfünun’un yerli kadrosunu “inkılapçı değil” gibi sudan bahanelerle hemen tamamen tasfiye edecek ve Hitler Almanya’sından kaçmak isteyen Yahudi profesörlerle yeni bir “Türk üniversitesi” kurmaya soyunan Eğitim Bakanı olarak tarihe geçecektir.
İşte doktorumuz bu az zamanda büyük işler başardığı bakanlığı sırasında Andımız’ı önce kendi kızları için yazacak, ardından 80 yıllık bir bağırtma eyleminin fitilini ateşleyen inkılapçı olacaktır.
Reşit Galip’in bilinmeyen yanlarından biri de, inkılap tarihinin temelini teşkil eden “Tarih IV”(1931) adlı kitabın yazarı olması. Hâlâ etkisi devam eden bu kitabı Gazi Mustafa Kemal ile baş başa yazdıklarını, müsveddelerin Gazi tarafından tashih edildiğini, doktorumuzun ise bazı müphem noktaların açılması için soru sormak gibi katkılar yaptığını biliyoruz (Millet, 7 Ağustos 1947).
Cemal Kutay, Reşit Galip’in ağzından şu sözleri aktarmıştı: “Onun önünde bir nevi hususi inkılap dersi alıyordum. Yaptığım itirazlar sadece kendimi bu sahada derinleştirmek içindi.” Böylece yalnız kaldırılan Andımız’da değil, inkılap tarihlerimizin temelinde de bir tıp doktorunun emeğinin yattığını öğreniyoruz.
Reşit Galip’in inkılap maceralarını 32 kısım tekmili birden anlatmak ne mümkün. Onun için en iyisi birkaç önemli olay üzerinde durarak hakkında bir fikir vermek.

KAFATASI ÖLÇÜYOR

İlk baskısı 1971 yılında yapılan ‘Atatürk’ün Uşağının Gizli Defteri’, Çankaya’da 12 yıl sofracılık yapmış olan Cemal Granda’nın anılarıdır. (Şaşırtıcı tarafı, kitabın 2. baskısını Hürriyet Yayınları’nın yapmış olması.) Granda ‘Kafa ölçüsü’ başlığı altında şunları anlatır:
“Şapka devriminden sonra fes bir kenara atılmış, herkes şapka giymeye başlamıştı. Şapkayla beraber bunu giyecek olanların kafa ölçüleri de ortaya çıkmıştı. 1930 yılında Ankara’dayız. O zaman Milli Eğitim bakanı olan Dr. Reşit Galip, elindeki bir makineyle herkesin kafasını ölçüyor. Dolikosefal mi, Brakisefal mi? Hatırımda kaldığına göre 77-79 gelen kafalar Dolikosefal, 81’den ileri olanlar da Brakisefal.
Atatürk’ün başı ölçüldü ve 81 geldi. Odadakiler sıraya girmişler, başlarının ölçülmesini bekliyorlar. Atatürk, Reşit Galip’e ‘Çelebi’ninkini (yazarı kastediyor) ölç.’ dedi. Öbürlerinden önce başım ölçüldü, 81 çıktı. Sevinmeye başlamıştım. Öyle ya, Atatürk’le aynı kafa ölçüsü taşıyordum. Fakat sevincim uzun sürmedi. Atatürk ‘Olmaz! O hayvan kafalıdır. Bir yanlışlık olmasın.’ dedi. Neredeyse ağlayacaktım…” (Kent Kitap: 2011, s. 61)
Buna göre Andımız’ın yazarı Reşit Galip aynı zamanda kafatası ölçen bir doktordur!
On parmağında on marifet bulunan doktorumuz 1932 yılında düzenlenen Türk Tarih Kongresi’ne “Türk ırk ve medeniyet tarihine umumi bir bakış” adlı bilimsel(!) bir tebliğ de sunacak ve tam 62 sayfa tutan tebliğinin ardından kürsüye çıkıp tezlerini çürüten büyük bilim adamı Zeki Velidi Togan’a açıkça saldıranların başında gelecek, sonuçta Togan hocanın üniversiteden ipini çekmeyi başaracaktır!
Kongre’deki şu sözlerle tarihe geçmeyi hak etmiş olmalı: “Uzun boylu, uzun, beyaz simalı, düz veya kemerli ince burunlu, muntazam dudaklı, çok kere mavi gözlü ve göz kapakları çekik olarak değil, ufki (yatay) açılan ‘Türk’, beyaz ırkın en güzel örneklerinden biridir.” (1932, s. 159).
“Türk tarihi Ergenekon’dan çıkacaktır.” diyerek sahneyi terk eden doktorun ardından ‘şiddetli ve sürekli alkışlar’ koptuğunu söylememize gerek yok. Irkçı tarih anlayışının Türkiye’de yerleştirilmesi uğruna elinden geleni esirgememiştir ne de olsa.

Hz. Peygamber, Türk’müş!

Bitmedi. Bir marifeti de İslam’da reform yapmaktır Reşit Galip’in. Hızını alamayıp din işine de el atmış ve ‘Müslümanlık Türk’ün Milli Dini’ adlı bir tez hazırlamış. Özeti elimizde bulunan tez, Atatürk’ün direktiflerinden ilhamını almış, onun tarafından okunup üzerinde fikir yürütülmüş ve el yazılarıyla notlar konulmuş. Münir Hayri Egeli’nin ‘Eski bir Atatürkçü’ imzasıyla ‘Millet’ dergisinde çıkan tefrikasında (Ekim1947-Ocak 1948) aktardığına göre saçtığı bazı inciler şunlarmış:
    -Hz. Peygamber, Türk aslındandır.
    -Müslüman medeniyeti bir Türk medeniyetidir.
    -Müslümanlığı Türk’ün anlayacağı bir hale getirmek gerekir. Bu da ancak ibadetin Türk diliyle yapılmasıyla kabil olabilir.
İşte bu ‘tez’in arkasından tekbir ile ezanın Türkçeleştirilmesi işine girişilmiştir ki, ilk Türkçe ezan çevirisini yapanın Andımız’ın yazarı olması sanırım fazla söze hacet bırakmayacaktır.
Urfa’da bir söz vardır; “Bilen bilir, bilmeyen bir demet maydanoz zanneder.” derler. Dr. Reşit Galip de o uzun hikâyenin bir perdesidir. Bir perde kapandı. Ya diğerleri?..

Kaç para aldın RTE’den? - Yılmaz Özdil



Kaç para aldın RTE’den?

Değerli ağabeyim Uğur Dündar ekranlara geri döndü, Arena programı Halk TV’de başladı.

Bir başka değerli büyüğüm Müjdat Gezen’le birlikte konuk olarak katıldık. Arena’nın içinde, Yurt gazetesi ve Halk TV’nin ortaklaşa gerçekleştirdiği Beşar Esad röportajı yayınlandı. Doğal olarak, kendi ülkesinin çıkarları için ne gerekiyorsa onu söyledi. Tayyip Erdoğan hakkında “yalancı, bağnaz, dürüstlüğü tanımayan, kişilik sorunları yaşayan, en düşük seviyede ahlaki değere bile sahip olmayan” sıfatlarını kullandı. CHP’yi övdü, laiklikten dem vurdu. Ahmet Davutoğlu’na yalancı derken, dengeyi kolladı, Tayyip Erdoğan’la arası limoni olan Abdullah Gül’e toz kondurmadı. Sanırsın İsviçre’nin cumhurbaşkanıdır, demokrasi dersi vermeye kalktı. Dinledik tabii... Sonra “en başta Ortadoğu hacivatları, hiçbir yabancı ülke liderinin Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’na hakaret etme hakkı yoktur” dedim. “Televizyonlar üzerinden yürütülen bu tür psikolojik harekâtları dinleyeceğimize, pırıl pırıl Türkiye Cumhuriyeti, yüzü Batı’ya dönük Atatürk Cumhuriyeti, nasıl oldu da, bu adamlarla kol kola girdi, nasıl oldu da kendimizi bir anda Ortadoğu bataklığında bulduk, buna kafa yormalı” dedim.
*
Tayyip Erdoğan’ın kötü adam olması, Esad’ı iyi adam yapmaz.
*
Mesaj yağdı haliyle...
*
“Kaç para aldın RTE’den?” diye sormuş Duygu. “Tayyip’in avukatı” demiş Mehmet.“Sevilen bir lidere, Esat’a hakaret ettiniz” demiş Utku. “Atatürkçü olmadığını gördük”diye öfkelenmiş Ulaş. “Duyduklarıma inanamadım, o konuşan siz miydiniz, dublörünüz müydü?” diye merak etmiş Levent. “Tayyip kendi halkına hakaret ederken bir kelime itiraz ettin mi?” diye sormuş Erhan. “Sözleriniz beni rencide etti, sizi kınıyorum” demiş Mehmet. “Başbakan’a yağ çekerek sempati kazanmak istemişseniz, buna değmezsiniz”diye uyarmış Özgür. “Sizi yanlış tanımışız” diye sitem etmiş Ömür. “En sevdiğim gazeteciydin, adın üstünde yoz, Tayyip seni de korkuttu demek ki, Allah belanı versin”diye saydırmış Sadık. “Tayyip’i savunmaya geçtiniz, size yakışmadı” diye kızmış Bilgi.“Tayyip Erdoğan bu ülkenin kurucularına, mesela İsmet İnönü’ye hakaret ettiği zaman aynı cesareti gösterip, Tayyip Erdoğan bu lafı edemez dediniz mi?” diye sormuş Alpaslan... Ki, hakikaten İnönü’yü savunan hiç yazım yoktur! “Sizi ne zaman satın alacaklar diye bekliyorduk, sizi dinlerken ağlamamak için zor tuttum kendimi, bundan sonra  gazete almayacağım, köşe yazısı okumayacağım” diye veda etmiş İsmail. “Esad’ın maruz kaldıklarını bilmeden konuşuyorsun, şerefsizsin, alçaksın, gazeteci bozuntususun” diye bağırmış Cihan. “Abim olsanız bu kadar severim sizi ama, az bile söyledi Esad” diye üzülmüş Bülent. “Senin içyüzünü de öğrendik, neden bir anda değiştin, Silivri’yle mi korkuttular seni” diye kuşkulanmış Ali. “En kritik anda dönüveren piyondan başka bir şey değilmişim” Umut’a göre... “Hayal kırıklığıymışım, Esat’ı eleştirmek benim ne haddime”ymiş Barış’a göre... “Ne siz, ne de devletimizin yöneticileri, Esad’ın siyasi duruşunun ve kişiliğinin yanından bile geçemez, şeriatçıları tercih etmişsiniz, dün bunu gösterdiniz” diye yargılamış Emrah. Pınar’a göre “Tayyip’in kalemi”yim. Erkan’a göre“AKP’nin köpeği”yim. Ahmet’e göre “satılmış olduğum” ortaya çıkmış. “Seni adam yerine koyuyorduk, bugünden itibaren tarihin çöplüğüne atıyoruz, senin de g.t kılı olduğundan zerre kadar şüphem kalmadı artık” demiş Neşe. “Hayırdır, ABD sizi de mi beslemeye başladı?” diye sormuş Emre. “Tayyip’in Esad’a karşı neler yaptığını, Türkiye’yi savaşa sokmaya çalıştığını, teröristleri Hatay’da besleyip, sınırın öteki tarafına savaşmaya gönderdiğini bir kez olsun yazdın mı?” diye merak etmiş Hasan. “El Kaideci misin nesin” demiş Akın. İsmini vermeyip, Santor adıyla mesaj gönderen arkadaş, “Esad tarafından yönetilmeyi AKP tarafından yönetilmeye tercih ederim” demiş. “Seni okuduğum için kendimden utanıyorum, bundan sonra okursam namerdim” diye söz vermiş Erkan. “Defol İzmir’e git”diye kovalamış Hakan. “Yandaşsın” demiş Uğur. “İktidara yaranmaya çalışma, halkın yanında ol biraz” diye uyarmış Hasan. “Müslüman Kardeşler seninle gurur duyuyordur herhalde” diye giydirmiş Arzu... Halit’e göre “Tayyip’in ruh ikizi”ymişim. “İlk defa keşke işinden kovulsan diye içimden geçirdim, hak etmiyorsun bu mesleği” diye dua etmiş Oktay. “Bizim başbakanın yanlışlarını anlatacağınıza Sayın Esad’a yüklendiniz, çok komik oldu, umarım maddi çıkar peşinde koşmayan Yılmaz Özdil olmaya devam edersiniz” demiş bir profesörümüz... “Seni çok sevmiştim, yazıklar olsun sana ve senin zihniyetine, gözümüzde çok küçüldün” demiş adaşım Yılmaz. “20 yaşındayım, 13 yaşımdan beri yazılarınızı takip ederim, şimdi ziyan ettiğim yıllarıma yanıyorum, seni okumakla yaptığım aptallığa yanıyorum, laik falan değilsin, açıp biraz tarih oku, Mustafa Kemal kimlerle savaşmıştı, bir düşün bakalım” diye Atatürkçülük dersi vermiş Burak. “Esad’ın sözlerini hakaret olarak algılamıyorum” demiş Şehnaz. “Doğru söyle, bu ülkenin gençlerini Tayyip’in arkasına dizip savaşa göndermek için kaç para aldın?” diye sormuş Yücel. “En büyük hayal kırıklıklarımdan biri olarak tarihe yazıldın, sen başbakanın avukatı mısın, seni okuduğum günlere lanet ediyorum, yalakaların en dibindesin” diye haykırmış Nazım. “RTE’yi aslanlar gibi savundun, içime sindiremedim” demiş İsmail. “Ne çok severek okurdum seni, Esad karşıtlığı üzerinden karşı devrimi selamladın, meğer ne yalakaymışsın, git Tayyip’e danışman ol” diye önermiş Kurtuluş. “Seni vatansever sanırdık, esefle seyrettik, kepazeymişsiniz” demiş Aykan... Duygularını “Esad hakkında söylediklerinizden ötürü Türk halkına özür borçlusunuz” diye özetlemiş Faik. “Kırk yıl düşünsem, Allahüekber diyerek insanların kalbini sökenleri savunacağınız aklıma gelmezdi, yazıklar olsun, inanın artık sizin gibiler yüzünden geleceğimden korkuyorum, bizleri koruyacak tek kişinin Beşar olduğunu düşünüyorum” demiş Sinan. “Size saygım sonsuz ama, kusura bakmayın, kim bu Tayyip Erdoğan’a ne söylerse, onun arkasında olurum” diye kestirip atmış Doğan... Nevzat’a göre “İsrail köpeği”yim. Ekrem’e göre “Vahabi kuklası”yım. “Hocaefendinden ne emir aldın, açıkla da bilelim” demiş Tarık. “Cemaatin sözcüsü müsün?” diye sormuş Neşe. “Müslüman Kardeşler’in avukatı olmak sana mı kaldı, kim verdi sana bu talimatı?” diye merak etmiş Bihlul. “AB’ye bu kadar hayran olduğunu bilmiyordum, meğer boş kutuymuşsun” demiş Kadri. “Ne yani, Esad’ın söylediklerini reddedip, Tayyip’e mahkûm kalmaya devam mı edelim, gezi direnişinde hayatını kaybeden çocukların ailelerine ayıp ettiniz” demiş Kaan. İbrahim’in mesajını çok beğendim, “Müjdat Gezen yalakalar için zeytinyağı getirmiş, jöle getirseydi daha iyiydi”demiş.
*
Çoook uzun, uzatmayayım.
*
AKP’nin toplumu ne hale getirdiğinin kanıtıdır bu... Bir başka ülke liderinin “umut” olarak görülmesi, dışarıdan medet umulması, sadece hükümetin değil, kendilerinden umut kesilen muhalefet partilerinin de can kulağıyla irdelemesi gereken bir tablodur.

-------------------
 NOT:
‘Beraber Yürüdük Biz Bu Yıllarda’ nın ilk imzası, bugün saat 13’te, Suadiye D&R’da...  Yukarıdaki sevgi dolu mesajlara bakılırsa, tenha bir imza günü olacağını düşünüyorum 

3 Ekim 2013 Perşembe

02.10.13 - CHP Zonguldak Milletvekili Mehmet Haberal yemin etti

Washington’da müzeler kapalı, turistler şaşkın, Amerikalılar tepkili


ABD hükümetinin kepenk kapatmasından en çok etkilenen şehir ülkenin başkenti oldu. Şehir merkezinde yaz ve kış aylarında ziyaretçi akınına uğrayan tüm federal müzelerin kapanması sebebiyle yerli ve yabancı turistler kapıda kaldı. Amerikalılar bir yandan turistlere durumu açıklamaya çalışırken, bir yandan Kongre’ye tepki gösterdi.

Dünyanın en büyük müze kompleksine sahip Smithsonian Enstitüsü’nün Washington’da 19 adet müze, sanat galerisi ve hayvanat bahçesi bulunuyor. Yerli ve yabancı turistlerin Washington ziyaretlerinin en büyük sebeplerinden biri şehrin sembolü olan bu 'müzeler' ve 'parklar'. Ancak bütçe krizinin ilk gününde müze çalışanlarının izne gönderilmesi nedeniyle ziyaretlerini gerçekleştiremeyen turistler büyük hayal kırıklığına uğradı.

İtalya’dan gelen bir turist kafilesine müzelerin kapalı olma sebebini anlatmaya çalışan Amerikalı bir vatandaş durumun utanç verici olduğunu belirterek turistlerden özür diledi.

01muze
Washington’a sadece iki günlük ziyaret geldiğini söyleyen Koreli öğrenci Nom Hee Kim, son günü olmasına rağmen hiçbir müzeyi gezemediğini dile getirdi. Kim, hükümetin böyle bir şeyin olmasına nasıl izin verdiğini anlayamadığını belirtti.

HAYAL KIRIKLIĞINA UĞRATICI BİR DURUM

İsrailli Chen Solomon ve Noa Solomon çifti Washington’a sadece iki günlüğüne gelen ziyaretçiler arasında. Durumun çok şaşırtıcı olduğunu ifade eden çift, müzelerin kapanma gününün kendilerini bulmasından dolayı üzgün olduklarını söyledi. Yapacak çok bir şeyleri olmadığını dile getiren Noa Solomon, “Sadece yürüyoruz ve binaları seyrediyoruz.” dedi.

Kanadalı Mark McGrath ise, Washington’a bir konferansa katılmak için gelmiş. Müzeleri ziyaret etmek için sadece birkaç saati olduğunu ifade eden McGrath, “En azından birkaç müzeyi ziyaret etmeyi umut ediyordum ama hükümet kepenkleri kapatmış. Ben de sadece etrafta yürüyüş yapıyor ve ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Biraz hayal kırıklığına uğratıcı bir durum.” ifadelerini kullandı.

YERLİ TURİSTLER TEPKİLİ

Yabancı turistler ABD hükümetinde yaşanan krizi şaşırtıcı bulmakla beraber konuyu bilmediklerini ifade ederek herhangi bir yorumda bulunamıyor. Ancak konuya hakim olan Amerikalı turistler duruma tepkili. Özellikle Cumhuriyetçi Parti’nin bütçe konusundaki tavrını eleştiren Curtiss Kimberly, Arizona’dan birkaç günlüğüne eşi Sara Bainum ile müze ziyareti için gelmiş. Cumhuriyetçilerin sadece Başkan Obama’nın sağlık reformu 'Obamacare’i desteklememeleri sebebiyle hükümetin kepenk kapatmasına sebep olduklarını belirten Kimberly, bunun saçma olduğunu ifade etti.

Bir diğer Amerikalı vatandaş Diana Winiger ise 'Obamacare’in seçim sürecinde Kongre’nin onayını aldığına vurgu yaparak bunun hükümetin kepenk kapatmasına sebep olmaması gerektiğini ifade etti. Cumhuriyetçilerin bütçeye onay vermesi gerektiğini dile getiren Winiger, “Bu utanç verici. İnsanlar tatillerini planlayarak buraya geliyor. Hiçbir şey yapamıyorlar. Sadece onlar değil. Burada, hediyelik eşya mağazaları, kafeler, müzeler ve hastanelerde görevli insanlar çalışmıyor. Hükümet açılmadan işe gidemiyorlar.” şeklinde konuştu.

Öte yandan yaşanan bütçe krizi dolayısıyla ülke genelinde Ulusal Park Hizmeti’ne bağlı 401 park ziyaretçilere kapandı. Müze ve milli parklarda 330 binden fazla çalışan ücretsiz izne gönderildi. Ülke genelindeki müzelerin yıllık ortalama ziyaretçi sayısının ise 20 milyondan fazla olduğu ifade ediliyor.