3 Eylül 2013 Salı

Türkiyeli Kürtler neden hep teşekkür eder?


Amerika'dan İngiltere'ye, Hollanda'dan Arap ülkelerine küresel popüler kültürün yerel yetenekleri keşfettiği yarışmalar zincirine bu yıl Kürdistan eklendi. İngiltere'de ‘The Voice', Türkiye'de ‘O Ses Türkiye' adlarıyla anılan şov programının Kürdistan versiyonundan, Xoştrin Deng'den (En Güzel Ses) bahsediyorum.
Tabii söz konusu coğrafya Kürdistan olunca, yaşamın diğer temel alanları gibi sanat ve popüler kültür de parçalı bir hal arz ediyor. Yarışma, Irak Kürdistanı'nın Süleymaniye şehrinden NRT2 Televizyonu ekranlarından yayınlanmakta. Programda sıkça tekrarlanan “Kürdistan'ın her dört parçasına” sloganı, yarışmanın sınırötesi ancak millî niteliğini özetler mahiyette. Yarışmacıların çoğu Irak ve İran Kürdistanlarından ve Süleymaniye, Hewlêr (Erbil), Sine şehirlerinden dolayısıyla Kürtçenin Sorani lehçesinin çoğunluk tarafından anadil olarak konuşulduğu bölgelerden. Yakın dönemin coğrafî-tarihî ilişkileri ve lehçe ortaklıkları göz önüne alındığında, ilk bakışta anlaşılabilir bir durum bu. Yarışmacıların bölgesel dağılımına bakıldığında, en büyük Kürt nüfusa sahip ülke olan Türkiye'den, aynı oranda Kürt yarışmacı yer almıyor olsa da gözle görülür oranda Türkiyeli Kürt yarışmacının katıldığı söylenebilir. Dikkatimden kaçmamışsa, yarışmacılar arasında Suriyeli Kürt yok. Bunda, Suriye'deki iç savaşın ve Suriyeli Kürtlerin silahlı ve sivil mekanizmalarla, özerk yönetim kurma hazırlıklarının rol oynadığı düşünülebilir. Yer alsalardı, Türkiyeli ‘Kurmanc' Kürtlere linguistik açıdan ortaklık edebilecek bir kitleden bahsediyor olabilecektik.  
Yarışmanın dört jüri üyesinin üçü, Türkiye'de konuşulmayan Sorani lehçesini, diğeriyse Irak Kürdistanı'nın kuzeyinden (Türkiye'nin Kürt şehirlerine sınırdaş, Türkiyeli Kürtlerle aynı lehçe olan) Bahdini'yi yani Kurmanci'yi konuşuyor. Türkiyeli yarışmacılar, ‘Bakuri Kürdistan' yani Kuzey Kürdistanlı olarak adlandırılıyor ve yarışma boyunca da böyle anons ediliyorlar. Her ne kadar jüri ve stüdyodaki izleyiciler kendilerini “yuvanıza hoş geldiniz” kucaklayıcılığıyla karşılıyorlarsa da Türkiyeli Kürtler, Kürdistanî coğrafyada yalnızlar ya da en fazla misafir görünümündeler. Bu kültürel ve politik-psikolojik yalnızlığı iki ana düzlemde izah etmek mümkün. Bunlardan birincisi yapısal, ikincisi ise siyasi.
YAPISAL YALNIZLIK
Yapısal olan, bahsini ettiğimiz Kurmanci ve Sorani lehçeleri arasındaki farklılık. Kurmanci konuşan Kürtlerin misafir oldukları yerde sadece “misafir” olabildikleri gerçeği. Jüriden sunuculara, izleyicilerden katılımcılara bakıldığında, programın yayınlandığı Soran çoğunluklu bir şehirde ve bölgede, Türkiyeli Kürtlerin bu uyum sorununu yaşaması doğalmış gibi gözüküyor. Diğer belirleyici unsur olarak politik süreçlerin Kürtler-arası yabancılaşmayı nasıl derinleştirdiğine değinmemiz gerekir. Kanımca bu faktör, yapısal mazeretlerimizden daha mühimdir. Türkiyeli Kürt yarışmacılar, kendileri ile yarışma boyunca aynı lehçeyi konuşan jüri üyesi Kervan Kamil ile konuşurken dahi ciddi sıkıntılar yaşamaktalar. Benzer sıkışma anları ‘Kuzey Kürdistanlı' Kürt kardeşleriyle anlayacakları lehçede (Kurmanci) konuşan Irak Kürdistanlı TV sunucularının özel gayretlerine rağmen Türkiyeli Kürtlerin ağzından kelimeleri kerpetenle alabildiklerini gördüğümüz anlarda yaşanıyor. İstisnalar hariç Türkiyeli Kürtler, kendi lehçelerinde bile konuşmaya yabancılaşmış insanlar portresi çiziyorlar. İngilizceyi yeni öğrenen birisinin sıkça “Okey!”, “Yes”, “Thank you!” gibi kısa ifadelerle sözü kesip atması gibi, Türkiyeli Kürtler de yarışmada en çok “Spas!” (Teşekkürler!) diyerek sözü kesip attılar. Bu problemin farkında olan sunucular, mikrofonu Türkiyeli Kürtlere uzattığında, onların tahammüllerini zorlamadan hemen sıradaki yarışmacıya geçiyorlar.
Türkiyeli Kürt yarışmacıların önemli bir kısmının İstanbullu olması, bu politik-psikolojik yabancılaşma gerçeğini değiştirmiyor. Diyarbakırlı yarışmacının içine düştüğü trajikomik duruma bakalım: Kurmanci Kürtçesi konuşan bu yarışmacıya rahatça anlayabilsin diye NRT2 spikeri yine Kurmanci sesleniyor ve ‘Tu bi xêr hati!' (Hoş geldin!) diyor. Adeta konuşacaklarını önceden ezberleyip çıkmış izlenimi veren yarışmacı, herhalde gelmek fiilini duyduğundan olsa gerek otomatikman “Ez Diyarbekir'e hatime” yani ‘Diyarbakır'dan geldim' diye cevap veriyor. Siirt'ten Diyarbakır'a, İstanbul'a kadar Türkiyeli Kürt yarışmacıların kendi anadillerinde ve hatta lehçelerinde kendilerini ifade etmeye bu denli yabancılaştığını gözlemlemek sadece "Birleşik Kürdistan” ideali sahiplerinin endişeyle izleyebileceği bir durum değil. İleride yaşanabilecek derin kompleksler ve kimlik bunalımlarının yol açabileceği Türkiye içi Kürt-Türk husumetinden endişe edenlerin de bu konuya eğilmesi gerekir. Zira bir bölgenin kadim halklarından biri kendi dilini, değil akademik düzeyde, gündelik diyaloglarda dahi konuşamaz hale gelmişse bu halkın buna sebep olarak görebileceği sistem ile ilişkisi yaşadığımız silahlı çatışmadan çok daha tehlikeli olabilir. Elbette Türkiye Kürtlerinin belli bir bölümünün kendilerini dilsel/kültürel asimilasyondan farklı stratejilerle korumuş olduğu söylenebilir. Ancak kamusal düzeyde, örneğin ekran karşısında bu koruma çeperinin iyice zayıfladığı gözden kaçmamaktadır.  Zira geniş çerçevede Kürtçe, hayatın her alanında geçerli bir ‘anadil' olmaktan ziyade özel alanda mevcut birtakım duygusal mekânları dolduran yüzeysel bir kültürel unsura tekabül etmektedir: Cenazelerdeki ağıtlar, düğünlerdeki şarkılar ve ailenin yaşlıları daha doğrusu Türkçe bilmeyenleri ile kurulan sınırlı alanlar gibi minimalize edilmiş bir unsurdan söz ediyoruz. Dolayısıyla sorun, Kürtlerin dil yetersizliğinden ziyade toplumsal psikolojik ve tarihi boyutlarından dolayı Kürtçeyi -örneğin şarkılarda düzgün şekilde kullanabilirken- kamusal alanda gündelik diyaloglarda dahi kullanamamalarıdır. Bunu, aynı lehçeyi hatta aynı şiveyi konuşan -özellikle Türkiye içinde- iki Kürt'ün bir araya geldiğinde kendi dillerinde konuşmayı alışkınlık dışı bulmaları ve çekinerek ancak iki-üç kelime etmeleri ve ana kaide görevi gördürülen Türkçeye dönmelerinde de gözlemliyoruz. Henüz adı layıkıyla konulmamış bir baskıyı kendi üzerlerinde hissetmelerinden kaynaklanabilecek bir otosansürü kendilerine uygulamaları bunun en bariz ve en çok yaşadığımız örneklerindendir. Kendi anadilini ancak mizahi bir unsur ya da teatral bir dekordan ibaretmiş gibi kullanma pratiğini diasporadaki Türkiyeli Kürtlerde (örneğin Iraklı Kürtlerden farklı olarak) çokça gözlemlediğimizi ayrıca belirtmeliyiz.
Yarışmaya dönersek; baskın olan Irak ve İran Kürdistanlı katılımcıların çoğu geleneksel Kürt makamlarda ısrar ediyorlar. Seçmelerde genellikle Zirek, Taha, Mamle gibi otantik icracılardan örnekler sunmaları bunu gösteriyor. Türkiyeli Kürt yarışmacıların şarkı seçimleri ve ses teknikleri ise Türk protest müziği sanatçılarının başvurduğu operatik unsurlarla bezeli Batı tarzı dava/devrim müzikleri havasında. Türkiyeli Kürt kadın yarışmacıların Kızılırmak grubu solisti İlkay Akkaya'nın, erkeklerinse bu açıdan benzerlikler taşıyan Agire Jîyan grubunun etkisindeki icralari öne çıkıyor. Elbette Türkiye'den katılanlar arasında, Şivan Perwer'de sembolleşen ozanlık geleneğinin örneklerini sergileyen ya da govendler (halay) söyleyen yarışmacılar da vardı. Ancak tüm bu çeşitliliğe rağmen belirleyici eksenin “modernleşmiş”; otantik öğelerden ziyade ‘Batılı' görülen Türkiye piyasasına uyarlanmış, Kürdistanî değil ‘Türkiyelileşmiş' bir Kürt müziği görmekteyiz. Güney ve doğularındaki Kürtlerden farklı olarak hemen hiçbirinin geleneksel Kürt kıyafetlerini giymedikleri, Kürtçeyi Türkçeden daha az konuşabildikleri gözden kaçmayan ve ‘soydaşlarının' arasında yabancı bir Türkiye Kürtlüğünden bahsediyoruz.
BATILI KÜRTLERİN DURUMU
Kürdistan'ın diğer parçalarına göre coğrafi ve siyasi açılardan daha batıda, Avrupa Birliği adayı, medeniyet itibarıyla Avrupalılık iddiası taşıyan, Batıcı bir devlet ve toplum ekseninin çevresine eklemlenmiş Türkiyeli Kürtlerin durumunu anlayabilmek için modern toplumların soyut düzeyde eşit, homojen bireyler bütünü oluşturma ve piyasa merkezli vatandaş üretmedeki başarılarına(!) bakmak gerekir. İngiltere, Fransa gibi bu türün ultra-başarılı örneklerinin, İrlandalı, Gal, Korsikalı gibi yerli halkların asimile edilmesindeki maharetleri, bu halklara anadillerinin büyük oranda unutturulması ya da piyasa koşullarına entegre edilip en fazla yerel aksanlara dönüştürülmeleri bunun en çarpıcı örneklerindendir.
Batı Avrupa örnekleri ölçeğinde olmasa da Kürtlerin yaşadıkları diğer ülkelerle kıyaslandığında nisbeten sanayileşmiş modern toplum özellikleri gösteren Türkiye'nin çeperindeki “kendi Kürtlerinin” diğer üç parçanın ‘otantik Kürtler'ine oranla ancak soyut bir Kürtlüğü yakın dönemde en fazla kimlik talepleri düzeyinde tecrübe ettiği söylenebilir. Dolayısıyla diğer parçalardaki soydaşlarıyla yaşamaya başladıkları bu tarz sınırötesi ancak ulusiçi karşılaşmaların Türkiye Kürtleri üzerindeki arada kalmışlığı artırma ihtimali yüksektir. Arab Baharı'nın hızlandırdığı konjonktürün devam etmesi halinde Kürtler arası karşılaşmalar ve bunların Türkiyeli Kürtler açısından bahsi geçen etkilerinin artması beklenebilir. Bu arada kalmışlığın ne gibi sonuçlar doğuracağı hem Türkiyeli Kürtlerin hem de Türkiye'nin iktidar elitlerinin vereceği kararlarla ilişkilidir. Kimliklenmenin siyasi, iktisadi ve sınıfsal tercihlerden bağımsız olmadığına inananlar, yasal ve toplumsal yeniden yapılandırma süreçlerinde her zamankinden daha çok ve öncelikli olarak Türkiyeli Kürt yurttaşların seslerine kulak kabartmalıdırlar. Zira esaslı yarılmalar ve onların sebep olabileceği yeni politik oluşum ve hayati kararlar silahların sustuğu ve toz bulutunun kalktığı dönemlerde kristalleşir ve belki de derin kopuşları doğurur. Irak Kürtlerinin Irak devletiyle ve Arap toplumuyla yaşadıkları uzun yıllara dayalı mücadele ve çatışmanın savaş bittiğinde Irak toplumundan Kürtlerin tamamen kopmuş olması bunun en yakın örneğidir. Tarih tekerrür etmeden önce, az ilerideki son kavşaktan dönme imkânı varken bir kere daha düşünmek gerekir.

*İngiltere'deki Keele Üniversitesi'nde doktora öğrencisi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder