12 Eylül 2013 Perşembe

Rusya-ABD formülü neden Ankara’da 'soğuk duş etkisi' yarattı?


Serkan Demirtaş
Ankara

ABD ile Rusya arasında geliştirilen ve Suriye’nin de kabul etmesiyle olası bir Amerikan saldırısının askıya alınmasına yol açan diplomatik formül, Ankara’da olumlu karşılanmadı.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Pazar günü “koşulların gelişimine göre muharip ya da lojistik destek veririz” dediği askeri operasyon seçeneğinin zayıflaması, Ankara açısından Beşar Esad yönetimine verilmiş “açık çek” olarak görülüyor.

ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin Pazartesi günü Londra’da düzenlediği basın toplantısında Suriye yönetiminin elindeki tüm kimyasal silahları uluslararası topluma devretmeyi kabul etmesinin askeri operasyonu önleyecek potansiyel bir gelişme olarak nitelendirmesiyle gelişen diplomatik formül, beklenmeyecek bir süratte olgunlaştı.
Fransa’nın da BM Güvenlik Konseyi’ne yeni bir karar tasarısı sunması adımını getiren bu sürece Türkiye’den ilk tepki ise Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’ndan Pazartesi gecesi geldi.
Geliştirilen formüle “kozmetik” nitelemesi yapan Davutoğlu, Habertürk TV’de katıldığı bir programda “Bugün, böyle kozmetik bir yöntemle eğer geçmişte uygulanan o büyük suçu unutturmak adına nerede olduğunun tespit edilmesi bile aylar alacak olan bir kimyasal silahlar envanterinin çıkarılması veya devri gibi konuyla zaman kazandırılmaya çalışılırsa, Beşar Esad’ın bundan sonraki katliamlarına yeşil ışık yakılmış olur” diyerek, gelişmeler karşısındaki tepkisini dile getirdi.
Suriye’nin bu teklifi kabul etmesinin 21 Ağustos’ta bin 700 kişinin ölmesine neden olan kimyasal saldırı suçunu zımnen kabul etme anlamına geldiğini belirten Davutoğlu, uluslararası toplumun caydırıcılıktan vazgeçmemesi ve kimyasal silah kullanan bir rejimi cezalandırması gerektiğini kaydetti.
Bakan, “Böyle bir katliam işlenmişse, bu katliamın mutlaka uluslararası hukuk nezdinde en net şekilde cezalandırılması bir zarurettir,” ifadelerini kullandı.
Ankara, 1999’da Kosova’da NATO’nun gerçekleştirdiği ve 78 gün süren hava operasyonuna benzeyen bir askeri saldırı sonucunda Esad yönetiminin devrilmesini ve Suriye muhalefetinin süratle yeni yönetimi inşa ederek, 2 buçuk yıldır süren iç savaşın sonlanabileceğini düşünüyor.

Ankara, gelişmeleri doğru okuyamadı mı?


Ankara’da yerleşik Batılı bir ülke diplomatına göre, askeri operasyon seçeneğini bir anda uzaklaştıran gelişme Türk hükümeti açısından “hayal kırıklığı” yarattı.
Bunun en önemli nedeni olarak, Ankara’nın, Obama yönetiminin kırmızı çizgi olarak nitelendirdiği kimyasal silahların kullanımına mutlaka askeri bir yanıt vereceğine ilişkin çok kesin bir yargı içinde olmasını gösteren diplomat, “Halbuki Washington, bir yandan askeri olasılığı konuşurken diğer yandan da yaratıcı diplomatik seçenekleri araştırıyordu. Obama hiçbir zaman Suriye konusunda askeri seçenekten yana olmadı” ifadelerini kullandı.
Başbakan Erdoğan’ın 30 Ağustos resepsiyonu sırasında olası askeri operasyonun G-20 Zirvesi öncesinde yapılabileceği beklentisinde olması ve Obama’nın saldırı öncesi Kongre’ye başvuracağını ifade etmesinin Ankara’da çok da sıcak karşılanmaması, Ankara’nın gelişmeleri farklı değerlendirdiği yorumlarına neden oldu.
Bunun da ötesinde, Erdoğan’ın önce Türkiye’nin kurulacak her türlü uluslararası koalisyona katılabileceğini ifade etmesi ardından da Pazar günü Arjantin dönüşünde “koşullara bağlı olarak olası operasyona muharip ya da lojistik destek verilebileceği” açıklamasını yapması, Türkiye’nin G-20 Zirvesi sırasında gelişen diplomatik sürecin dışında olduğunun da göstergesi olarak değerlendirildi.

ABD, 2030 dünyasını nasıl görüyor?



Türkiye, bir dizi nedenden, meselelere bırakın uzun vadeyi, orta vadede bile bakmakta çok becerikli bir ülke değil; bu sevimsiz durumun altında muhtemelen kısa, çok kısa vade gündemin dayanılmaz ağırlığı yatıyor.
Meselelere uzun vadede bakmak derken kesinlikle bir planlama kavramına gönderme yapmıyorum, planlama mantığını her zaman çok demokratik bulamamışımdır; bırakın iktisadi, sosyal planlama projelerini, 2018 senesinde kimin Genelkurmay başkanı olacağının bir kamu kuruluşunda belirleniyor olması bile beni rahatsız eder, bu belirlenme 2018 senesinde, nasıl tecelli edeceği bilinmez, siyasi otoritenin tercihini ciddiye almamaktır. Ancak, planlama kavramına karşı olmak, yakın gelecek için mesela 2023, mesela 2030 için projeler geliştirmeye, hedefler koymaya engel değil; Sayın Başbakan Erdoğan'ın 2023 için kişi başına gelir hedefleri koymasını, pratik engeller bir yana, bu açıdan çok önemli ve yararlı buluyorum.
Elimde ABD'nin ünlü “National Intelligence Council” (NIC), muhtemelen Ulusal İstihbarat Konseyi” diye çevirebiliriz, resmi kurumunun “2030: Global Trendler” başlıklı, Aralık 2012 tarihli, bendenizin çok önemli bulduğu bir yayını var; bu raporun İngilizce versiyonuna internet üzerinden www.dni.gov/nic/globaltrends adresinden ulaşabilirsiniz; bu rapor, isminden de anlaşılacağı gibi, 2030 senesine ilişkin global-küresel trendlere ilişkin NIC'in öngörülerini, alternatif senaryolarla birlikte içeriyor. Raporda Türkiye'nin de ismi çok yerde geçiyor ama temel vurgular, tahmin edebileceğimiz gibi, ABD, Çin, Hindistan ve Rusya üzerinde.
Raporu dikkatli bir bakışla incelediğinizde karşınıza 2030 senesine yönelik dört temel yönelim ve bu dört temel yönelime tehdit niteliğinde beş olgu çıkıyor, sonuçta da rapor önümüze 2030 senesi için dört muhtemel senaryo ya da dört farklı dünya tasavvuru koyuyor. Bu tür raporlar, üstelik NIC gibi CIA'e çok yakın bir Amerikan resmi organı tarafından hazırlanmış ise, aklımıza ne ölçüde objektif bir değerlendirme olduğu, ne kadar manipülatif ya da isteksel bir içerik ve amaçlar taşıdığı sorusu takılabilir ama raporu dikkatli okuduğunuzda ortaya farklı senaryolar konduğu görülüyor ve büyük ölçüde de bilimsel yöntemlerle hazırlandığı izlenimi yaratıyor, yukarıda raporun İngilizce metninin internet adresini verdim, isteyen açıp okuyabilir ve kanaatini oluşturur.
Raporda 2030 senesine yönelik saptanan ilk temel eğilim orta sınıfın önlenemez yükselişine ilişkin; orta sınıfın 2030 senesine yönelik hızlı yükselişine ise bir dizi faktör neden oluyorlar. 1950'li yıllarda dünya nüfusunun ancak yüzde 25-30'una ulaşan kent nüfusu yapılan projeksiyonlara göre 2030 senesinde dünya nüfusunun yüzde altmışına ulaşacak; sadece bu gelişme bile yani dünya nüfusunun yarısından çok fazlasının kentlerde yaşayacak olması orta sınıfın yükselmesinin önemli bir nedeni ama sadece de bu değil. 2030 dünyasında küresel gelirin paylaşımında yine çok büyük sıkıntılar olacağı kesin gibi ama bu küresel gelir bölüşümü sorunları bir genel trend, yönelim olarak ortalama kişi başına gelirin de yükselmesine engel değil, hesaplamalar çok net olmasa da ortalama kişi başına gelirin bugüne oranla çok daha yüksek olacağı kesin, bu gerçek de fakirliğin de bir noktaya kadar gerileyeceğinin işareti. Kent nüfusunun artışı, kişi başına gelirin yükselmesi yani fakirliğin bir ölçüye kadar gerilemesi, zenginleşmeye paralel olarak eğitim düzeyinin yükselmesi, sağlık hizmetlerine erişimin artışı, bir bağımsız değişken olarak algılanan teknolojinin gelişimine paralel olarak iletişim teknolojilerinin hem ulaşılabilirliğinin hem etkinliğinin yükselmesi çok güçlü bir orta sınıfın ve bugüne oranla mukayese bile edilemeyecek bir özgürleşmiş orta sınıf mensubiyet tipolojisinin ortaya çıkışına ya da daha yükselmesine neden olacak. Yükselen orta sınıf ve özgürleşen bireyin yükselişi raporda 2030'a yönelik en temel tahmin ve anahtar kavram olarak yer alıyor.
İkinci önemli yönelim, muhtemelen birinci yönelimin bir sonucu olarak, küresel gücün dağılımı olarak gözüküyor; 2030 senesinde NIC'in (ABD) raporunda ABD'nin tartışılmaz küresel güç olma özelliğini büyük ölçüde yitireceği, küresel güç kavramının da niteliğinin değişeceği, hegemonik güç kavramının ortadan kalkacağı, küresel gücün çok kutuplu bir dünyada bilgi ağları, farklı koalisyonlar tarafından paylaşılacağı tahmin yer alıyor. Bu yorum yazısını kaleme alan (artık muhtemelen tuşlayan demek lazım) bendeniz ise 2030 senesinde ABD'nin gücünün azalmak bir yana daha da artacağı kanısında; 21. asırda küresel gücü “bilgi” belirleyecek, dünyanın en iyi üniversiteleri de tartışılmaz bir biçimde ABD'de ise, yakın gelecekte bu tekelin değişeceğine yönelik bir emare de yok ise, bilgi üretme imparatorluğu ABD'nin bu gücünü başkalarıyla paylaşacağını bendeniz zannedemiyorum. Üçüncü önemli yönelim demografik yönelimler; küresel nüfusun yüzde altmışının kentlerde yaşayacağı, dünya nüfusunun ve özellikle de kentsel nüfusun yaşlanacağı bir dünya olacak 2030. Bu genel yaşlanma eğiliminin ekonominin geneli, verimlilik, sosyal güvenlik sistemleri üzerinde çok önemli etkileri olacak ve bu etkiler 2030 dünyasının dengelerini büyük ölçüde belirleyecek ama gelişmiş ve yaşlanmış ülkelere yönelik göç hareketlerinin, başta ABD olmak üzere bazı dengeleri olumlu anlamda değiştirmesi de beklenebilir.
Büyük yönelimlerin en sonuncusu 2030 dünyasında gıda ürünleri, su ve enerjinin bugüne oranla dahi çok büyük bir öneme sahip olacakları gerçeği; artan nüfus, artan gelir gıdaya, suya ve enerjiye olan talebi artıracak. Tüm dünya yöneticilerinin  bu temel soruya bir cevap aramalarında büyük fayda olacağı muhakkak.
Gelelim 2030'a doğru artan tehditler konusuna;  yukarıda çok özet olarak yansıtmaya çalıştığım dört temel yönelimin önünde birinci tehdit küresel büyük bir kriz ihtimali, ikincisi siyasal yönetimlerin değişen dünya koşullarına uymada zorlanması ya da gecikmesi, üçüncüsü bir dünya savaşı olmasa bile artan çatışmalar. Bu çatışmalar ulus devletler içinde yaşanacak iç savaşlar olabileceği gibi önemli devletlerarası savaşlar da olabilecek. Dördüncü önemli tehdit faktörü de bölgeler arası farklılıkların önemli dengesizliklere neden olabilme ihtimali. Beşinci faktör, ne kadar tehdit olarak değerlendirilebilir ayrı bir tartışma konusudur, teknolojik gelişmelerin ekonomik verimliliğe, artan nüfusun yaratacağı sorunlara, büyük kentleşme hareketine bir destek sağlayamama, başka bir ifade ile de teknolojik gelişme ile toplumsal refah ilişkisinin nispi olarak kopma ihtimali.

Yorum yazımın sınırlarına geldiğimin farkındayım, bu konuya umarım başka bir yazıda devam eder, muhtemel dört dünya senaryosunu da aktarmaya gayret ederim; keşke bizler de 2023'e ya da 2030'a yönelik hedef koyma başarısı yanında, alternatif muhtemel senaryoları, en iyisinden en kötüsüne kadar da dizayn edebilsek.

11 Eylül 2013 Çarşamba

Ahmedinejad yeni işine otobüsle gidiyor


http://www.hurriyet.com.tr/planet/24688814.asp

Suriye'li çocuklar Atatürk'ün 'Gençliğe Hitabe'sini ezberliyor

Cüneyt Özdemir


Türkiye gibi gündem manyağı bir ülkede, Suriye’de savaş bulutlarının toplandığı, büyük bir savaşın tartışıldığı şu günlerde belki sıra henüz bu söylediklerimi konuşmaya gelmedi ama Türkiye’nin artık gül gibi bir Suriyeli göçmen, misafir, sığınmacı sorunu var. Nitekim Akçakale’deki çadırkentin anaokulunda bunun ilk işaretini karşımda buluyorum. Sınıfın içinde yaşları 4-5 civarı 30 kadar çocuk hançereleri yırtılırcasına Türkçe bir metni ezbere okuyorlar. İçeri girip ne dediklerini anlamaya çalıştığımda şaşırıp gülmekten kendimi alamıyorum. “Eyyy Türk Gençliği” diye başlayan Atatürk’ün ‘Gençliğe Hitabe’sini hepsi ezberlemiş avaz avaz tekrar ediyorlar. Kampın içinde konuştuğum kimi yöneticiler, bu savaş tamamen bitse bile pek çok ‘misafirin’ geriye dönmeyeceğini düşündüklerini saklamıyorlar. Başta Gaziantep ve Hatay olmak üzere Türkiye’nin pek çok yerinde düne kadar olmayan bir Suriyeli ‘misafir’ problemi baş gösteriyor. Şimdilik can telaşında olan bu insanları herkes anlayışla karşılıyor ancak hem bölgenin hem de Türkiye’nin yakın bir zamanda demografik yapısında ilginç bir Suriye efekti olacağı da kaçınılmaz gözüküyor. Şanlıurfa sokaklarında homurdanmalar başlamış bile. Kimileri kiraları arttırıp savaş ekonomisini ‘kâr’a çevirme telaşında, kimileri ucuz işgücü olarak görüp sömürme sevdasında, kimileri ise bu insanlara yönelik ‘ırkçı’ bir söylemi sessizce büyütüyor.

http://www.radikal.com.tr/yazarlar/cuneyt_ozdemir/suratimda_patlayan_samar-1150240

10 Eylül 2013 Salı

Kürtçede alfabe tartışmaları: Arap (Kuran) mı Latin mi?


Sedat Yurttaş

Kürtçede kullanılan alfabelerden hangisinin, “Arap alfabesi mi Latin alfabesi mi Kürtçeye daha uygun” tartışmaları, esasında çok uzun bir zamandan beri Kürtçenin çeşitli diyalektlerinde yazanlar arasında süren bir tartışma. Geçmişten bugüne, gerek kuzeyde (Bakûr) gerekse güneyde (Başûr) çok sayıda toplantı, seminer, konferans ve sempozyumlar yapıldı. Konuyla ilgili sayısız tartışma ve değerlendirme bulmak mümkün. 

Kuzey ve güney kavramlarını kullanmamızdan kasıt, Kürtçenin en yaygın konuşulan-yazılan-çizilen lehçesi ‘Kûrmancî’nin (Behdînî-Irak Kürtlerinin deyimi ile) kuzeyde buna Rojava’nın (batının) tümü ile Rojhilat’ın (doğunun) da bir bölümünün dahil olacak şekilde konuşulması, ‘Soranî’ lehçesinin ise güneyde ağırlıklı olarak Süleymaniye merkezli olmasına karşın Irak Kürtlerinin özellikle 1920’lerden bu yana eğitim dili olarak tümünün arasında yaygınlaşan lehçesi olması. Elbette her iki lehçeye Dersim, Elazığ, Erzincan, Bingöl ve Diyarbakır gibi illerin çok sayıdaki ilçesinde konuşulan ‘Zazakî’yi de eklemek gerek. 

Yani ‘Zazakî, Soranî, Kûrmancî’ ve İran Kürtlerinin bir bölümü arasında konuşulan ‘Goranî’den her biri, ayrı bir dil midir yoksa her biri aynı dilin birer lehçesi midir? 

Soruya, aralarında çok sayıda dilbilimcinin de olduğu kişi ve çevreler Kürtlerin ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel açıdan tarihsel olarak gördükleri tanımsız zulümle geri bırakıldıklarını, bu nedenle de son on yıllardaki hak ve özgürlük mücadelelerinin başarıya ulaşmasının yegâne şartının aralarındaki birliği güçlendirmek olduğuna inanarak benim gibi ‘tek dilin lehçeleri’ cevabını verirler. Ancak diğer bir politik eğilimle aralarında kimi dilbilimcilerin de olduğu görüşe göre her biri kendi başına bir ‘dil’dir. 

‘Lehçe’ nitelendirmesi, doğal olarak dilin ve bunun en önemli unsuru olan ‘alfabe’nin ortaklaştırılmasını, standartlaştırılmasını ve böylece yakınlaşma ve birliğin güçlendirilmesini savunur, esas alır. Ancak ayrı ‘dil’ savunmasını yapanların doğal birlik derdinden ziyade ‘ayrılık’ları öne çıkarmak, esas almak gibi bir eğilimleri ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla yapılan tartışma bu açıdan da önemli. 

Tartışmanın ilk defa Türkiye’deki üniversiteler arasında, akademik çevreler arasında yapılıyor olmasının ayrı bir yere kaydedilmesi gerekir. Diğer yandan anlaşıldığı gibi tartışma yarının Kürtçesinin hangi seyri edineceği, nasıl bir gelişim çizgisi sürdürmesi, yani muhtemel ‘kaderinin tayini’ anlamında bir niteliğe sahip. Tıpkı yola çıkan bir trenin, daha ilk anda yapılacak makas değişikliği ile alacağı yolun belirlenmesindeki gibi. 

Adem Balta’nın AA (Anadolu Ajansı) çıkışlı haberinde “Muş Alparslan Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nihat İnanç, Arap harflerinin Kürtçeye daha uygun olduğunu ve bundan sonra Arap harfi ağırlıklı bir eğitime geçeceklerini bildirirken Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Yaşayan Diller Enstitüsü Müdürü Doç. Dr. Vecihî Sönmez ise Latin alfabesinin kullanılmasının daha eğitici ve anlaşılır olacağını belirtti. Mardin Artuklu Üniversitesi Yaşayan Diller Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Kadrî Yıldırım da Kürt yazar ve aydınlarının eserlerinin yüzde doksanını Latin alfabesiyle yazdığını, Kürtçenin grameri ve imlasının bu alfabe doğrultusunda nispeten standart bir yapıya kavuştuğunu ve Kürt klasiklerini anlamak için bir alfabe değişikliğine gitmeye gerek duymadığını belirterek Latin alfabesinden yana tavır koydu” denilmekteydi. 
Tartışmanın ‘TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda ‘Devletin dili’ ve ‘Anadilde eğitim’ tartışmalarının yoğunlaştığı bir dönemde yapıldığını da gözden kaçırmamak gerekir. Yine tartışmanın, Türkiye gibi Kürtçe denilince akla her düzeyde yasakların, baskıların, soruşturma, yargılama ve cezalandırmaların geldiği, milyonlarca mağdurunun söz konusu olduğu, uzun ve derin demokratikleşme sancıları çeken bir ülkede olduğunu da unutmamak gerekir. Tartışma akademik düzeyde kalmayacak kadar doğrudan hayata dokunan ve milyonların talepleriyle ilgili sonuçlar doğuran, bu haliyle de bilimsel zeminde yer aldığı kadar hayatın her zerresinde hükmünü daha tartışıldığı anda ortaya koyan son derece açık ve net bir politik tartışma olarak görülmek durumunda. 

Nedeni şu: Her dil gibi Kürtçe de ‘canlı bir varlık’tır. Çok çeşitli kaynaklardan ‘beslenmek’ ve beslendiği oranda ‘sosyal’ bir varlık olması itibariyle de ‘beslemek’ durumundadır. Sürekli bir değişim ve gelişim içinde olmak, baş döndüren bilimsel ve teknolojik gelişmelere olabildiğince paralel, yeniden üretmek zorundadır. Ancak o zaman, o dili konuşan-yazan kişi ve toplulukların kimlik ve kişiliğine katkıda bulunabilir bir araç niteliği kazanır. Bu da o araca ve ilgili kaynaklara ulaşılmasının kolaylığı ve yaygınlığı ile doğrudan ilgilidir. Eğer öngörülen ‘tren hattı’yla bir yere ulaşma, yaygınlaşma ve kendini yeniden üretme güç ve yoğunluğunu kazandırmıyorsa, tam da orada, durup düşünmek gerekir. Çünkü aksi halde, dil kendisini ve ilgililerini kurumaya ve kurutmaya mahkûm bir karakter kazanır. 
Türkçede olduğu gibi Kürtçede de Latin alfabesine geçilmiş olması, geçmişle bugün arasında bir kopukluk olmasının yanı sıra, ilk edebi ürünlerin orijinallerini doğrudan anlamak ve özümsemekle bütün bir tarihi geçmişte yer alan kaynaklara ulaşılması bakımından sorunlar yaratmış, kısmen yaratmayı sürdürecektir. Ancak Kürtçenin muhtemelen çok derin bir siyasal tercih olarak akademinin ‘en derin mahfilleri’ne mahkûm edileceği bir alfabe tercihinin ‘Arap harfleri’ ya da kullanıldığı üzere ‘Kuran alfabesi’ni masum bir bilimsel tercih olarak da kimse Kürtlere bilimsel tez diye sunmamalı! Bu önerinin varsayalım ki kabulü halinde kaç kişi gerçekte Kürtçe öğrenme, öğretme ve gerçek anlamda dili haline getirmeyi ne kadar sürede başaracaktır? Ayrıca Kamuran Bedirxan Kürtçe için Latin alfabesi önerdiğinde, daha ‘Harf 
İnkılabı/Devrimi’ yapılmamıştı. 

Kaldı ki, Kürtler sadece Arap ve Latin değil, “Çivi yazısı, Avesta alfabesi, Arami alfabesi, eski Pehlevi alfabesi, Masi Sorati alfabesi, Yezidi Kürtlerin kullandığı alfabe ve Kril alfabesi” de kullanmışlardır. Buna rağmen bugün Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde Latin alfabesine kademeli geçişi savunan çok sayıda konunun uzman ve ilgilisi vardır. 

Kanımca, en iyi niyetli bakışla bu önerme ancak ‘Şark usulü bir ultra fantezi’ olur! Bu konudaki ısrarcılık ise ister istemez akla ‘Berlin Şark Akademisi’ tarafından 1935 yılında yayımlanan ‘Kürdler-Tarihi ve İçtimai Tetkikat’ı isimli bilimsel (!) çalışmanın sahibi ‘Dr Friç’i yani ‘Habil Adem’i ya da en gerçek adıyla ‘Naci İsmail Pelister’i; ‘sözde bilimsel yayın yapan Osmanlı Milli Emniyet görevlisi, İttihatçı’yı getirir!

http://www.radikal.com.tr/yazarlar/sedat_yurtdas/kurtcede_alfabe_tartismalari_arap_kuran_mi_latin_mi-1149886

Toplum ilk kez babaya karşı gelmeyi denedi - Ahmet Ümit


Yazar Ahmet Ümit "Bana rantsal bir yaşam tarzı dayatıyorsunuz, nerem özgür?" diye soruyor: "Gezi'de yapılan ve Başbakan'ın kendisine karşı komplo sandığı şuydu: Toplum ilk kez baba kültürüne karşı gelmeyi denedi, yine deneyecek ."

NEDEN
Yazar Ahmet Ümit’le buluşmamın birkaç sebebi vardı: Birincisi, Antepliydi ve ailesinin kayda değer bölümü hâlâ Antep’te yaşadığı için Suriye krizi ve olası ABD müdahalesi onu günlük bazda fazlasıyla etkiliyordu. İkincisi, ekimde çıkacak son polisiye romanı Beyoğlu’na ve aslında İstanbul’a ait tüm yaşam biçimlerine dokunarak örülüyor, kentsel dönüşümün tarihi ve ruhsal maliyetini gösteriyor ve Gezi ruhuna değiyor. Üçüncüsü, sosyal medyada söylediği bir söz yüzünden hemencecik siyasi ve sosyal kutuplaşmanın mağduru olan insanlardan biriydi. Hepsini konuştuk; savaşı, yaşam tarzına müdahaleden ne kastedildiğini, kitabına da sızan Gezi ruhunu niye Türkiye tarihi açısından önemsediğini...
Ailesinin büyük bölümü Antep’te yaşayan biri olarak Suriye meselesi sizi nasıl etkiliyor? 
Çok kötü etkiliyor. Ceylanpınar’a bombalar düştüğünden beri büyük kaygı içerisindeyim. Eminim herkes kaygılıdır ama benim için durum dediğiniz gibi biraz daha farklı. Çünkü 93 yaşındaki annem, dört kardeşim, yeğenlerim orada yaşıyor. 1.5 yıl önce Halep’teki Arap dostlarımız Antep Havaalanı’na taksiyle gelir, oradan uçakla nereye gidecekse giderdi. Halep ve Antep arasında müthiş bir kültürel alışveriş vardı, sınır kalkmış gibiydi. Bugün tüm bunların korkunç bir şekilde değiştiğine şahit oluyorum. Suriye’de çıkan iç savaşa silah temin ederek dahil olmamızın ciddi sonuçları oldu. Baskıcı bir rejim, bir diktatör tarafından ezilen bir halkın yanında durmakla, silahlı mücadelenin bir tarafına cephanelik sağlamak, olayı adeta bir kan davasına dönüştürmek ayrı şeylerdir. 

Ailenizi İstanbul’a çağırmayı düşünüyor musunuz Antep’ten? 
Elbette, zaten bu teklifi yaptım fakat herkesin bir düzeni var ve söylediğim gibi çok kalabalıklar. Hadi benim gücüm yetti, ailemi İstanbul’a getirdim, bir ev tuttum... Peki Antep’te, Urfa’da yaşayan diğer vatandaşlar ne yapacak? Nereden nereye geldik iki yılda... Tutmuşuz Antep’teki ailemin yakınına füze düşer mi gibi ihtimalleri konuşuyoruz. 

Halkına karşı kimyasal silah kullanan birinin cezalandırılması gerek, o nedenle ABD müdahalesi meşrudur argümanına ne diyorsunuz? 
Elbette cezalandırılsın ama belli kurallar çerçevesinde. Siyaset var, diplomasi var. Birleşmiş Milletler var. ABD’yi tüm bunların üstünde konumlamak, yarın öbür gün ona “Türkiye’de de otoriter bir rejim var, Kürtlere zulüm ediyorsunuz, zaten zamanında Ermenileri de katlettiniz, müdahale şart” derlerse ne yapacaksınız? Bunları anlatmak ve konuşmak da çok zor bir hale geldi Türkiye’de. Korkunç bir kutuplaşma var. 

Bu yüzden bazı cümleleri yutkunduğunuz, söylemekten imtina ettiğiniz oluyor mu? 
Fikirlerimi açıklamayı bir yazar olarak zorunlu görüyorum ve aslında ilgilendiğim şey politika değil, kültür. Yazarlar kültür oluştururlar. O kültür nedir? Nefrete, ırkçılığa dayanmayan, ötekileştirmeyen, barışı, hoşgörüyü, demokrasiyi öne çıkaran, her zaman otoriterliğe karşı olan bir kültür. Bu kültürü oluşturduğun zaman Kemalistler dindarları, dindarlar laikleri, solcular sağcıları, sağcılar solcuları, Türkler Kürtleri, Kürtler Türkleri, maçolar kadınları yok edemiyorlar. Benim tüm anlayışım ve yazdığım romanlar bunun üzerinedir. Bu kültürü yıkmaya yönelik eylemler, AKP, CHP, MHP, BDP, TKP kimden gelirse gelsin karşısında durmak zorundayım. Bir yazar olarak görevim bu. Ama dediğiniz gibi bu görevi yerine getirmenin çok zorlaştığı günlerden geçiyoruz. Yakın zamanda bir twit attıktan sonra başıma gelenler... 

Ne oldu? 
Çok içkiyi seven bir insan değilim ama haftada bir dostlarımla buluşur içerim. Bizim yazarlık ritüellerimizden biri. Bir akşam “Rakıyı çıkar hayattan ayın, güneşin sevginin ne tadı kalır” gibi bir twit attım. Ahmet Ümit kitaplarını okumuyoruz diye kampanya başlattılar. Bunu yapanlar o kutuplaşmanın öbür tarafında yer alan kimselerdi. Güldüm aslında çünkü benim kitaplarım ayda ortalama 20 bin satıyor, o ay 40 bini gördü. Öte yandan şakası da pek yok. Memet Ali Alabora’yı linç etmeye kalktılar ve çocuğu öldürebilirlerdi. Bu kamplaşmayı beslemek kimsenin yararına değil. Bu kamplaşmayla, evet, seçim kazanabilirsiniz ama tarihi kaybedersiniz. Bir seçim, iki seçim, üç seçim, beş seçim kazanmak sizin saygın bir lider olarak hatırlanmanızı sağlamaz. Stalin yıllarca iş başında kaldı, gittikten sonra nasıl hatırlandı? AK Parti’nin yaptığı çok önemli hizmetler de var, yadsımıyorum fakat bugünkü iklim çok tehlikeli. Buradan ancak hepimize daha fazla özgürlük alanı tanınmasıyla çıkılabilir, iyice bastırılarak değil. Ben şimdi bunları size anlatıyorum ama anlattığım için başıma bir şey gelir mi diye de düşünüyorum. Eşim tedirgin oluyor, annem Antep’ten arıyor kızıyor. Kardeşlerim “Ahmet fazla konuşma, ne yapıyorsun?” diyor. Bir kesim ise “Yürü be Ahmet, işte bu, az bile söyledin” diye sırtımı sıvazlıyor. Hepimiz bu arada kalmışlığı yaşıyoruz. Sovyetler Birliği niye yıkıldı? Çünkü muhalefet yoktu. Muhalefetin, muhalif seslerin nefes alması ülkenin nefes alması için gerekli. 

Muhalefetin etkisizliği AK Parti’nin değil, söz konusu partilerin suçu değil mi? 
Elinizdeki tüm devlet aygıtlarıyla bastırırsanız, muhalefet yapılamaz. Muhalefet partileri süreçleri kötü yönetiyor ama devletin basına, yargıya hükmettiği ülkelere demokrasi denemez ve o ülkelerde muhalefet ne yaparsa yapsın kafasını kaldıramaz. Bu, geçmişteki hükümetler döneminde de böyleydi. Sebebiyle ilgili benim bir tezim var. 

Nedir teziniz? 
Hitit dönemini, Roma dönemini, Osmanlı’yı düşünün... Bu topraklarda 3500 yıldır kul kültürü gelişti. Bir kral, bir imparator, bir padişah hep vardı. Cumhuriyet dönemiyle birlikte iddia, bu kul kültürünün yıkılıp vatandaş kültürünün yerleşmesiydi. Fakat bu iddianın sahibi Mustafa Kemal bile bir padişaha dönüştü. Sonra? Mustafa Kemal gitti, başka bir tek adam, İsmet İnönü geldi. Menderes, Ecevit, Demirel, Özal ve bugün de Tayyip Erdoğan... Hepsinin yönetme biçimi bir noktadan sonra birbirinin aynısıdır. Çünkü karşılarında kul kültürü vardı. Gezi eylemlerinin en büyük önemi ve hiçbir siyasetçinin okuyamadığı bölümü buydu. Kul kültürü ilk kez kırılmaya çalışıldı, “Ben vatandaşım, benimle böyle konuşamazsın, haklarım var” denildi. “Benim sesim var, seni seçtim, eğer hizmet edersen yeniden seçerim ama seni seçtim diye sakın kibirlenme, bana sahip olmuş değilsin, hele de hakaret hiç edemezsin, hayatıma karışamazsın” diye direnildi.
Başbakan, hakkındaki belgeselin yayınında “Yıllardır anlatamadım, biz kimin yaşam tarzına karışmışız, herkes istediğini yiyor, istediğini giyiyor” dedi... 
Benim haftada bir rakı içebiliyor olmam özgürlüğümün delili midir yani? Yaşam tarzından anlaşılması gereken nedir, size anlatayım. Lütfen Beyoğlu’nun geldiği noktaya bakın. Tarlabaşı’na, Topçu Kışlası’na yapılmak istenene... Her yer AVM, her karış dağıtılacak bir rant artık. Biz de ya buna uyacağız ya uyacağız çünkü başka bir alan bırakmıyorsunuz devlet olarak. Bana rantsal bir yaşam tarzı dayatıyorsunuz, nerem özgür?! Dahası da var. Benim torunum üç gün önce ilkokula başladı. Halbuki 21 Aralık 2007 doğumlu küçücük bir çocuk. Yazık. Geçen sene yaşanan trajedileri gördük, altlarına kaçırdı birçoğu. Benim torunuma kadar karışılıyor, daha ne olsun! İçki meselesinde de... İçki içilebiliyor ama en üst merci ve perdeden aşağılanmayı göze alanlar için. Neredeyse her gün Sayın Başbakanımızı televizyonda görüyoruz, azarımızı işitiyoruz. Gelişmiş ülkelerde sokaklarda polisi, televizyonda başbakanı bu kadar sık göremezsiniz. Devlet görünmezdir. Şahsen ben Başbakanımı özlemek istiyorum, bu kadar yoğun ilişki muhabbeti azaltıyor! Göstermelik olarak yürütmenin ve yargının bağımsız olması, basının sözde özgür olması, rakı içebiliyor olmamız demokratik bir ülkede yaşadığımızın, yaşam tarzımıza müdahale edilmediğinin kanıtı değildir. Buradan ileri demokrasiye de geçilmez. 

Sizin söylediğiniz kul kültürü halkın demokrasi taleplerini de asgariye indirmiyor mu? 
Evet ve bu kültür içimize işlemiş. Bizim edebiyatımızda, Batı edebiyatının aksine baba katli yoktur biliyor musunuz... Baba bizi dövse de, -ki döver-, doğrusuna yanlışına boyun eğdiğimiz biridir. Örneğin Halikarnas Balıkçısı babasını öldürmüştür ama romanını yazmamıştır. Metaforik olarak babayı öldürmek çok önemli bir olgudur çünkü baba aynı zamanda ‘Tanrı’dan yetki almış devlet’i sembolize eder. Bu anlamda edebiyatta ‘babayı öldürmek’ kulluk kültüründen uzaklaşmamızın başlangıcıdır. Gezi’de yapılan ve Başbakan’ın kendisine karşı düzenlenmiş komplo sandığı şuydu: Babaya ilk kez karşı geliniyordu. Gerçekten Türkiye’yi kazanmak istiyorlarsa, tüm siyasi partilerin bunu okumasını tavsiye ederim. Çünkü bir toplumun ruhuna sinmiş bir kültürden sıyırma çabasıydı olan. Toplum ilk kez babaya ve kul kültürüne karşı gelmeyi denedi, yine deneyecek. Bugün bu bir eğilimdir, yakın zamanda olguya dönüşecektir. 

Ne demek olguya dönüşmek? Gezi ruhundan bir siyasi parti mi doğacak? 
Hayır, işte böyle sananlar da, Gezi’yi bir devrim provası olarak görenler de meseleyi yanlış okudu. Ne devrimi yahu! Ortada derin bir ekonomik kriz, halkın rejimden memnun olmaması yahut ülkenin yönetilemez hale gelmesi gibi bir durum yok Türkiye’de. Haziranda yaşadığımız toplumsal hareketlilik böyle bir yerden doğmadı. Neydi? Gerçek yeni Türkiye’nin ilk adımı. Daha önce Kemalist baskı, ‘Başörtülüler giremez’ diyordu. Şimdi o gitti, başka tür bir baskı geldi: Benden olmayanlar ayağını denk alın baskısı. Eski hataların intikamının alındığı bir vesayet döngüsü. Yeni Türkiye ikisine de hayır diyebilen insanların Türkiye’sidir. Olguya dönüşmek budur.

MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın Middle East Policy 2013 Bahar sayısı için yazdığı makale


YAPIM AŞAMASINDA YENİ TÜRK DIŞ POLİTİKASI

İşte MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın Middle East Policy'nin 2013 Bahar sayısında 'Yapım aşamasında yeni Türk dış politikası' başlığı ile yayımlanan o makalesi:

Yeni Türk dış politikası, yalnızca içerik anlamında değil, aynı zamanda ön-etkili bir dış politika gündeminin formüle edilmesini ve yürütülmesini sağlayacak araçlar ve mekanizmalar anlamında da dönüşüyor.

Türk dış politikasını takip edenler son on yılda yeni bir etkinlik sürecine girdiğini kabul ediyorlar. Türkiye, dünyadaki rolüne ilişkin yeni algıya paralel olarak bölgesel ve küresel ilişkilere benzersiz bir katkıda bulunmaya azmetmiş durumda ve yükselen bir aktör olarak kendini giderek daha fazla gösteriyor.

Türk dış politikası bu süreçte yalnızca içerik anlamında değil, aynı zamanda ön-etkili bir dış politika gündeminin formüle edilmesini ve yürütülmesini sağlayacak araçlar ve mekanizmalar anlamında da dönüşüyor.

Türkiye dikkatinin çoğunu etkinlik gösterdiği çeşitli bölgelere ve ihtilâf alanlarına yöneltirken, bölgesel ve küresel gündemini destekleyecek kurumsal mimarînin yeniden inşasına daha az yoğunlaşıyor. Ve giderek artan bir şekilde Türk dış politikası hem formülasyon hem de yürütme anlamında liberal bir karakter kazanırken, politika yapım aşamalarında çeşitli aktörler nüfuz sahibi oluyor, Türk diplomatlarının çalışma araç gereçlerine yeni bir liberal kavram seti ekleniyor.

Liberal dönüş
Türkiye’nin dış politika uygulamalarındaki dönüşüm birçok yönden uluslararası ilişkilerde daha liberal bir anlayışın etkisini yansıtıyor. Türk dış politikasının ilkelerini özetleyen bazı terimlere şöyle bir göz atmak, bu noktayı açıklığa kavuşturacaktır: Çok boyutlu diplomasi, işbirliği, komşularla sıfır sorun, vize serbestisi, kazan-kazan stratejileri, sınırsız işbirliği, uyuşmazlığın çözümü, arabuluculuk, demokratik idealleri savunma ve adil uluslararası düzen talebi.

Örneğin, Türkiye’nin uyuşmazlığın çözümüne yaklaşımını ele alalım.

Bu yaklaşım, uyuşmazlığın çözümünü zorlayıcı enstrümanları reddeder; daha çok diplomasiye ve uyuşmazlığın yaşandığı taraflarla diyalog ve irtibata dayanır. Uyuşmazlıklarda taraf olmaktan kaçınan Ankara, siyasî süreçlere büyük paydaşların katılımını savunmakta ve çok yanlılığı tek yanlılığa tercih ederek, bölgesel krizlerin geniş tabanlı katılımla çözülmesine çalışmaktadır. Benzer şekilde, Türkiye komşu bölgelerle ve daha ötesinde karşılıklı bağımlılığı derinleştirecek çabalarla yakın ekonomik bütünleşmeyi teşvik ediyor. Bu durum, uluslararası işbirliğine liberal işlevselci yaklaşımı ve yaklaşımın kurumsallaşmaya vurgusunu çok iyi yansıtıyor.
Dahası, Türkiye’nin son zamanlardaki etkinlikleri adaletin rolüne dikkat çeken liberal-enternasyonalist geleneğin unsurlarını sergiliyor. Türk liderler mevcut uluslararası ekonomik ve siyasî düzenlere eleştirilerini seslendirirlerken, adalet ve eşitliğe dayalı yeni bir sistemin yükselebilmesi için küresel yönetim kurumlarının ayrıntılı bir şekilde yeniden tasarlanması gereğini ileri sürüyorlar. Son yıllarda Türkiye, özellikle Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki siyasal dönüşüm bağlamında demokrasi ve insan hakları ilkelerini savunma yönünde yol kat ediyor.
Türkiye’nin bölgesindeki ve dünyadaki bu devrimci girişimlerinin arkasında artık politika yapım sürecine kendilerine özgü katkılarını sunan ve sayıları giderek artan aktörler yer alıyor. Türkiye’nin büyüyen sivil toplumunu temsil eden çeşitli sivil toplum aktörleri arasında ön-etkili bir dış politikayı destekleyen ve Türkiye’nin dünya genelindeki yeni açılımlarına katkıda bulunan ekonomik çıkar grupları ve insanî yardım organizasyonları bulunuyor.

Artık Türk dış politika yapıcıları ülkenin uluslararası ilişkilerini yönetirken daha geniş bir talepler listesini karşılamak durumundalar. Dahası, bu çeşitlilik; dış politika yapıcılarının ülkenin bölgesel ve küresel gündemini geliştirmek üzere giriştikleri yeni politikaları belirleyecek daha büyük bir kavram setini kullanmaları gerektiğini ortaya koyuyor. Nitekim Türkiye’nin yumuşak gücü şimdi diğer unsurların yanı sıra kültürel diploması, gelişim desteği ve arabuluculuk hizmetlerini de kapsamaktadır.

Türk diplomatlarının yeni enstrümanlarına ve yeni dış politikayı destekleyen kurumlara daha yakından bakalım:
Ekonomi dayanışması
Türk dış politikasının oluşturulmasında ekonomik unsurlar giderek daha fazla rol alıyor. Türkiye kendisine 2023 yılına kadar dünyanın en büyük ilk on ekonomisi arasında yer almayı hedefliyor; ekonomi ve siyaset arasındaki bağ özellikle uluslararası ilişkilerde görünür hâle geliyor. Türkiye’nin son yıllardaki etkileyici ekonomik performansı, özellikle diğer ülkeler küresel malî krizin ve sonrası dönemin olumsuz etkilerini yaşarken onu dünya çapında ve bulunduğu bölgede öne çıkarıyor. Ancak hâlâ Türkiye’nin rekabet gücünü artırması ve ekonomisindeki birtakım yapısal sorunları seslendirmesi gerektiği doğrudur.
Bununla birlikte, yeni pazarlara girmek için çalışıldığı göz önünde bulundurulursa, Türkiye’nin artan ihracat potansiyeli ekonomi güdümlü dış politikanın merkezinde yer almaktadır. Finans krizi öncesinde bile Türkiye bölgedeki komşularıyla ekonomik mübadeleleri artırmak ve genişleyen üretim yelpazesi için yeni pazarlar bulmak üzere iddialı bir program uygulamaya girişti. Aslında bu yeni pazarlar ekonomik krizin olumsuz etkilerini kısmen azaltmaktadır.
Bölgesel seviyede ekonomik mübadeleleri canlandırmaya çalışan Türkiye bu amaçla çeşitli entrümanlara başvurmaktadır. Çevresindeki bölgelerde artan yatırım hacmine ve inşaat projelerine ilâveten vize serbestisi programı başlatan Türkiye, mümkün olan her yerde serbest ticaret ya da birçok bölge ülkesiyle tercihli ticaret usulü hedeflemektedir. Bu süreç Ortadoğu’daki siyasî çalkantılar nedeniyle yavaşlamış olsa bile, bu tür girişimlerin gerçek kazanımları bölge normalleştiğinde elde edilecektir.
Benzer bir anlayışla, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) ve benzerleri bölgede; örneğin, gümrük rejimlerinin ve mevzuatlarının modernleştirilmesi gibi ekonomiye dayalı işlemleri kolaylaştırmak için çalışmaları sürdürüyor. Türkiye ayrıca Orta Asya’da tarihî İpek Yolu’nu canlandırma başlığı altında ulaşım altyapısını geliştirecek iddialı programlara imza atıyor.

Bu tür girişimlerle Türkiye, serbest dolaşımın mümkün olduğu daha geniş bir ekonomik alan oluşturmayı ümit ediyor.
Türkiye’nin dış ilişkilerindeki ekonomi etkinliklerinin bir diğer boyutu, Batı dışında ve yakın komşularında yeni pazarlara açılmasıdır. Özel sektörü temsil eden iş ortaklarından aldığı güçlü enerjiyle Türkiye Afrika, Latin Amerika ve Orta Asya ile ekonomik ve ticarî bağları destekleyecek yeni kampanyaların tanıtımını yapıyor. Bu girişimlere özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarının katkısı – ki çoğu zaman bu yardımlar yeni pazarlarda yatırım fırsatlarını ve ticaret bilincini artırmak için iş forumlarına ev sahipliği yapmak şeklinde gerçekleşiyor - son derece önemli. Örneğin, Marmara Grubu yıllardır Avrasya Ekonomik Zirvesi’ni düzenliyor, Türk İş Adamları ve Sanayicileri Konfederasyonu (TUSKON) hayli etkili Türkiye-Afrika Ticaret Köprüsü toplantılarını ve Türk-Amerikan iş forumlarını gerçekleştiriyor. Bunların sonucunda, Afrika’nın Türk dış ticaretine katkısı 2000 yılında 4,6 milyar dolar iken, 2011 yılında bu rakam 17,1 milyar dolara yükselmiş bulunuyor. Hem ikili hem de çoklu ilişkilerle gerçekleştirilen bu projelerle Türkiye, hızla değişen ve çekim merkezinin yükselen ekonomilere doğru kaydığı dünya ekonomisi içindeki yerini ayarlamaya çalışıyor.
Bu ekonomik etkinliği idare etmek için Türkiye bazı kuruluşlara güveniyor. 1987 yılında kurulan Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEIK) ekonomik mübadelelerin eşgüdümünde önemli bir rol oynamaya devam ediyor. Türkiye’nin ekonomi ortaklarıyla oluşturulan ikili konseyler, uluslararası ekonomik faaliyetlerin genişlemesini düzenleyen bir başka mecra. Son zamanlarda köklü bir değişiklikle yeniden yapılandırılan Ekonomi Bakanlığı, Türkiye’nin iç ekonomik gelişimi ile dış ticaret stratejisi arasında daha fazla sinerji üretmek üzere “Premium Türkiye”yi yansıtan Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın işlevlerini üstleniyor.
Birçok durumda etkili iş ortakları Türkiye’nin yeni pazarlardaki ticaret ve yatırımlarını koordine etmek üzere gönüllü elçiler olarak hareket ediyor.

Üst düzey siyasî diyalog
Dış ilişkileri katlanarak devam eden Türkiye, ortaklarıyla üst düzey siyasî diyalogların sürdürülmesine çok dikkat diyor. Bir yandan onlarca yıldır üye olduğu uluslararası ve bölgesel örgütlerde nüfuz sahibi olmak yoluyla bu hedefe ulaşmak için çalışan Türkiye’nin son yıllarda uluslararası organizasyonlarda ‘sözü daha geçerli’ temsil edilmesi tesadüf olmasa gerek. Türkiye Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyesi ve Türk diplomatlar Avrupa Konseyi ile İslam Konferansı Örgütü’ne başkanlık etmek için seçiliyorlar.

Bir başka düzeyde ise Türkiye birçok komşusu ve bazı bölgesel organizasyonlar ile üst düzey stratejik işbirliği konseyleri oluşturuyor. Formatlar konseylerin karakteristiklerine göre farklılık gösteriyor ancak genel itibarıyla konseyler devlet başkanlarıyla yapılan yıllık ve altı aylık toplantılar, tarafların bakanlarını bir araya getiren ortak kabine toplantıları ve teknik düzeyde çalışma gruplarını içeriyorlar.

İşlevsel olarak konseyler ticaretten ulaşıma, hizmetlerden tarıma kadar çeşitli konu başlıklarında işbirliğinde bulunuyorlar. İş forumları ise Türkiye ile söz konusu ortaklar arasındaki ikili ilişkilerin ele alındığı toplantı yerlerini temin ediyor. Bu temel üzerinde Türkiye bu tür forumların, bölgesel ve küresel ortak konuların tartışıldığı daha geniş bir platformun çekirdeğini oluşturmasını ümit ediyor.

Kalkınma yardımı
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Somali’nin başkenti Mogadişu’ya yaptığı tarihî ziyaret ile özetlenen ve Afrika’da kuraklığın hüküm sürdüğü ülkelere insanî yardım sunmak üzere başlattıkları muazzam kampanyalar 2011 yazından beri Türkiye’yi dünyaya tanıtmaya devam ediyor. Daha önce Mayıs 2011’de 4. BM Azgelişmiş Ülkeler Konferansı’na ev sahipliği yapan Türkiye, bu ülkelerdeki kötü durumla ilgili olarak uluslararası toplumda farkındalığın artması için çalışarak İstanbul Eylem Planı’nın onaylanması için çaba gösterdi, uluslararası paydaşların 2020 girişimleriyle üstelenecekleri projelere ilişkin hazırladığı ayrıntılı yol haritası hazırladı. Tüm bunlar Türkiye’nin dış politika çalışma takımında yer alan yeni bir enstrümanı gözler önüne serdi: İnsanî yardım ve kalkındırma yardımı. Türkiye’nin sivil toplum yardım kuruluşları, az gelişmiş ülkelerde doğal afetlerden veya açlıktan etkilenen muhtaçlara gıda, barınak ve tıbbî yardımda bulunmak üzere kampanyalar düzenlemeye devam ediyor.

Resmî düzeyde ise kalkınma işbirliği geniş kapsamlı olarak ele alınıyor. Yakın çevresine ve ötesinde istikrar, barış ve gelişime katkıda bulunma arzusunu yansıtan Türkiye son yıllarda Resmî Kalkınma Yardımı (ODA) adı altında bazı gelişmekte olan ülkelerin sosyo-ekonomik yeniden yapılanmasına yardımcı oldu. Türkiye’nin yardım alan bir ülkeden yardımda bulunan bir ülke hâline gelmesi, şimdilerde ODA’nın net iştirakçisi olması ve yükselen uluslararası donörlerden biri olması gerçeğinin altını çiziyor.

Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA) ülkenin ODA, ulusal ve uluslararası paydaşlarla yaptığı çalışmaların koordinasyonu görevini yerine getiriyor. TİKA, kurulduğu 1992 yılından bu yana resmî yardım ajansı olarak çalışmalarına devam ediyor. 2002 yılında 12 ofisi varken, bugün 25 ülkede 28 ofisi bulunan ajans 100’den fazla ülkede çeşitli kalkınma projeleri yürütüyor. Esasen Balkanlar ve eski Sovyetler Birliği’nde faaliyetlerine başlayan kuruluş, MENA ülkeleri ile Alt Sahra Afrikası’nda proje yürütme yetkisine sahip bulunuyor –ki bu durum Türkiye’nin dış politika gündeminin yayılması ve çeşitlendirilmesiyle birlikte sürüyor.

TİKA projeleri başlıca ortak ülkelerdeki personelin eğitimi ve kurumsal kapasite inşasına katkıda bulunmayı olduğu kadar altyapı projelerine, hastane ve okul inşaatlarına, kültürel mirasın korunmasına ve insanî yardımlara destek olmayı hedefliyor. Türkiye’nin yıllık ODA ödemeleri 1,32 milyar doları geçiyor.

Kültürel diplomasi
Yumuşak güç kavramı Türkiye’nin bulunduğu bölgede ve ötesinde artan popülaritesini tanımlamak üzere özellikle kendi kültürel ürünleri sayesinde sıkça kullanılıyor.
Türk dizileri Ortadoğu’da ve Balkanlar’da birçok TV istasyonunda yayınlanıyor ve Türk oyuncular bu ülkelerde ünlüler olarak ağırlanıyor.

Artan görünürlük aynı zamanda Türkiye’nin marka değerini yansıtmaktadır ve buna paralel olarak ülke, bölgede bir cazibe merkezi olarak yükselmektedir. Genel anlamda bu tür gelişmeler Türk dili ve kültürüne ilgi oluşturmaktadır. Karşılığında Türkiye, kültürünün sınırları ötesinde daha iyi anlaşılmasını sağlayacak bir özgüven geliştirmektedir.
Bu kültür diplomasisi Türk dış politikasında yaşanan yeni dönemle iyi bir şekilde örtüşmektedir. Türkiye’nin ileriye dönük bölgesel ve küresel gündemi de daha sağlıklı bir ortaklık için temellerin atılması ve daha fazla karşılıklı anlayış amacıyla insan insana ilişkilerin resmî düzeyde artmasını öngörmektedir. Türkiye yakın çevresindeki halklarla geçmişin kötü anılarını silmek ve ortak bir gelecek inşa etmek için tarihî ve kültürel bağları canlandırmak üzere birçok girişimde bulunmaktadır.
Bu bağlamda, Türkiye birkaç enstrüman geliştirmektedir. Birincisi, kalkınma yardımı kültürel diplomasi girişimleriyle kısmen koordine edilmiştir; TİKA’nın desteklediği bazı projeler Türk ve Müslüman kültürel mirasının restorasyonu için harekete geçirilmiştir. İkincisi, biricik görevi Türk dili ve kültürünü teşvik etmek amacıyla kurulan Yunus Emre Vakfı’dır. Hâlihazırda 22 ülkede temsilcilikleri bulunan vakfın yeni temsilcilikler için çalışmaları devam etmektedir. Üçüncüsü, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı Başbakanlık’a bağlı bir kuruluş olarak kültürel diplomasiye yönelik önemli sorumlulukları yerine getirmiştir. Ek olarak çeşitli ülkelerde yaşayan Türklere de hizmet götüren kuruluş, aynı zamanda Türk kültürünün yurtdışında teşvik edilmesini sağlayacak projelere destek vermekte ve Türk hükümetinin yabancı öğrencilere sağladığı bursların idaresini yürütmektedir.

Kamu diplomasisi
Türkiye’nin ileriye dönük dış politika gündemi hem akademi hem siyaset çevrelerindeki uluslararası politika gözlemcilerinin ilgisini uyandırmıştır. Uluslararası basında yer alan raporların sayısı akademisyen ve pratisyenlerin uluslararası ilişkilerde Türkiye’nin dinamizmini anlamak istediklerini ortaya koymaktadır. Ancak uluslararası gözlemciler arasında devam eden Türk dış politikasıyla ilgili tartışmaların zaman zaman derinliği olmadığı ve kışkırtıcı nitelik taşıdığı görülmektedir. Örneğin, son yıllarda Türkiye’nin kendisine daha bağımsız bir dış politika edinme arayışı bazı Batılı çevrelerde yanlış yorumlanmakta ve Türkiye’nin eksenini Atlantik topluluğundan başka bir yöne kaydırıp kaydırmadığı gibi sonuçsuz tartışmalar yapılmaktadır.

Artan bu ilginin ve dönüşüm rotasının sağlıklı analizlerinin sunumuna duyulan ihtiyacın farkında olarak Türkiye, bölgesel ve küresel politikalarda yeni dış politikasını uluslararası camiaya açıklayacak adımlar atmaktadır. Kamu Diplomasisi Koordinatörü, Başbakanlık Ofisi’ne bağlı olarak yurtta ve yurtdışında farklı gruplarla diyalog kurulması ve Türk dış politikasının daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunmak için çeşitli ve çoktaraflı projeler yürütmektedir. Bu tür programlar aracılığıyla ofis, Türkiye’nin uluslararası kamuoyunda görünürlüğünü artırmak ve Türkiye’nin yumuşak yüzünün temel direklerinden biri olarak yükselmeyi hedeflemektedir.

Sonuç
Türk dış politika yapıcılarının kullandıkları enstrümanlara ilâveten Türkiye’nin yumuşak güç aktifleri de gelişmiştir. Bu süreç devam ederken Türk diplomasisinin zamana uygun enstrümanları da keza büyük bir gelişme kat etmektedir. Yeni diplomatik etkinliğin giderek artan taleplerini karşılamak üzere örneğin, Dışişleri Bakanlığı mevzuatlarını güncellemekte, personel sayısını artırmakta ve yeni gelen aktif diplomatlar için eğitim programlarını yeniden yapılandırmaktadır. Türkiye aynı zamanda sert güç kaynaklarının desteklenmesinde de önemli bir mesafe katetmiştir. Türk savunma sanayinin iç alım ihtiyacı yüzde 50 oranında artarken, millî silâh sistemlerinin gelişimine ilişkin bazı projeler devam etmektedir.
Katkıda bulunan ve sayıları giderek artan aktör ve enstrümanlarla Türk dış politikasının daha iyi eşgüdüme ihtiyacı olduğu açıktır. Şimdi Türkiye’nin sivil toplum kuruluşları, iş ortakları ve diğer benzer gruplar tarafından kanalize edilen farklı destek gruplarının taleplerini düzene koymak için mekanizmalar geliştirmesi gerekmektedir. Keza yeni enstrümanları kullanıma almak ve Türkiye’nin yumuşak gücünü ortaklaşa oluşturmakla görevli çeşitli kurumlar arasında daha iyi uyum sağlanmasına da gerek duyulmaktadır.

Koordinasyon olmaksızın tekrarlar ve etkisiz sonuç kaçınılmazdır."

http://www.son.tv/ozel-haber/iste-mit-mustesari-hakan-fidanin-o-makalesi/haber-180063

A Work in Progress: The New Turkish Foreign Policy - Hakan Fidan

Dr. Fidan is undersecretary of Turkey's National Intelligence Organization.
Observers of Turkish foreign policy agree that it has entered a new era of activism over the last decade. In line with its new perception of its role in the world, Turkey has increasingly asserted itself as a rising actor that is determined to make a unique contribution to regional and global affairs. In the process, Turkish foreign policy has been transformed, not only in its content, but also in the instruments and mechanisms for formulating and conducting a proactive foreign-policy agenda. Most attention has been focused on the various regions and issue areas in which Turkey's activism has been demonstrated, and less on Turkey's major restructuring of the institutional architecture to support its new regional and global agenda. Increasingly, Turkish foreign policy has gained a liberal character, in both its formulation and execution, as various actors have become influential in the policy-making processes and a wide array of new liberal instruments has been added to the toolkit of Turkish diplomats.

LIBERAL TURN 

In many ways, the transformation of Turkey's foreign-policy practices reflects the effect of a more liberal understanding of international relations. A cursory look at the various terms used to summarize the principles of Turkish foreign policy makes this point clear: multidimensional diplomacy, cooperation, zero problems with neighbors, visa liberalization, win-win strategies, limitless cooperation, conflict resolution, mediation, defending democratic ideals and demanding a just international order, among other things.
For instance, let us take the example of Turkey's approach to conflict resolution.It rejects coercive instruments and relies heavily on diplomacy, engagement and dialogue with parties to conflicts. While avoiding taking sides in these conflicts, Ankara argues for the inclusion of major stakeholders in political processes.Prioritizing multilateralism over unilateralism, it seeks to address regional crises with broad-based participation. Likewise, Turkey has been promoting closer economic integration in the neighboring regions and beyond in an effort to deepen interdependence. This reflects very well the liberal functionalist approach to international cooperation, with its emphasis on institutionalization.
Moreover, Turkey's recent activism has also exhibited elements of the liberal-internationalist tradition that highlights the role of justice. Turkish leaders have vocally criticized existing international economic and political orders, arguing that the institutions of global governance need to be redesigned in an inclusive manner so that a new system based on justice and equality can be erected. In recent years, Turkey has also moved further in the direction of defending the principles of democracy and human rights, especially in the context of the political transformation in the Middle East and North Africa.
Turkey's pursuit of these revolutionary initiatives in its region and internationally has been driven to a large extent by the growing number of actors that are now offering their unique input into policy-making processes.Various nongovernmental actors that represent Turkey's flourishing civil society, including such diverse institutions as economic interest groups and humanitarian-aid organizations, have advocated for a proactive foreign policy and as such precipitated Turkey's new worldwide openings. Now, Turkish foreign-policy makers have to respond to a wider array of demands as they conduct the country's international relations. This diversification, moreover, suggests that they also have a larger set of instruments to draw on as they launch new policies to advance the country's regional and global agenda.Indeed, Turkey's soft power now comprises, among others things, cultural diplomacy, development assistance and mediation services.

9 Eylül 2013 Pazartesi

Hasan el-Benna'nın torunu: ‘Mursi seçimlere katılmakla hata etti, Batı tuzak kurdu’

Müslüman Kardeşler'in kurucusu Hasan el-Benna'nın torunu, Oxford'lu profesör, ünlü düşünür Tarık Ramazan Kübra Par'a konuştu



The Circle of European Communicators toplantısı için bir günlüğüne İstanbul'a gelen Tarık Ramazan'ı, İstanbul'da kaldığı otelde yakaladım. Randevu saatimizde uyuya kalmış; bir süre sonra kırmızı yanaklarla lobiye indi. "Fazla zamanım yok, yarım saat konuşalım" dedi ama sonradan açıldı; uzun uzun anlattı.
Ramazan, Müslüman Kardeşlerin kurucu ailesinden gelmesine rağmen hareketi eleştirmekten geri durmuyor. Hareketin kucaklayıcı olmadığını söylüyor ve ekliyor: "Mursi seçimlere katılmakla hata etti, Batı tuzak kurdu ama o fazla saf davrandı"...


İslam ve demokrasi ilişkisini konuşarak başlayalım. Müslüman ülkelerde Batı tipi demokrasiler tam olarak yerleşemiyor. İkisi arasında derin bir uyuşmazlık mı var?
Teorik tartışma ile pratikteki yansımasını birbirinden ayırmamız gerekiyor. İslami anlayışa göre din büyüklerinin otoritesi devletin otoritesinin önüne geçmez. Bunlar iki farklı şeylerdir. Dolayısıyla prensipte sorunumuz yok fakat kendi demokrasi modellerimizi bulmalıyız.

Yani sorun pratikte yaşanıyor...
Irak'a girip Batı tarzı demokrasi dayatırsanız bu çalışmaz. Kültürle, tarihle bütünleştirmelisiniz. Sorun İslam ve demokrasi arasındaki uyumsuzluk değil, sömürgecilik sonrası ortaya çıkan ordu gerçeği ve yozlaşmış ekonomilerle ilgili. Mısır'da yaşadığımız da bu...

Müslüman Kardeşler'in kurucusu olan bir aileden geliyorsunuz. Darbe ile ilgili tavrınız nedir?
Arap Baharı fikrine başından beri karşı çıktım. 2003'te Irak'la başlayan bir strateji var. G.W. Bush'un kullandığı demokratikleştirme söylemi aslında istikrarsızlaştırma anlamına geliyor. Bunu üç yoldan yapıyorlar. Birincisi, politik sistemi parçalayarak, petrol doğal gaz, elektrik kaynaklarını kontrol ediyorlar, Katar ve Suudi Arabistan'ı koruyorlar. İkincisi, bölgeyi istikrarsızlaştırarak İsrail'i koruyorlar ve Batı Şeria'nın işgalini kolaylaştırıyorlar. Filistinliler tüm süreç boyunca unutuldu. Üçüncüsü ise yeterince üzerinde duramadığımız ekonomik boyut. Bölgeyi siyasi olarak istikrarsızlaştırdıktan sonra, IMF ve Dünya Bankası'nın yapısal programlarını dayatıyorlar.
Süreç 2003'te başladı. Şimdi Tunus'ta, Mısır'da protesto yapan insanlar görüyoruz. Açıkçası demokrasi yolunda yürüdüğümüz konusunda şüpheliyim.

Peki ya bu protestoların sivil yanı? İnsanlar kendi iradeleriyle sokaklara çıkmıyor mu?
Freedom House ve Albert Einstein Enstitüsü üzerinden sosyal ağlarda insanları yönlendirenler devlet kurumlarından geliyorlar. Amerikan hükümeti Suriye'de geçen yaz blogger'ları eğittiklerini itiraf etti. Ayrıca 30 Haziran öncesinde protestolara katılan 13 milyon insanı yönlendirdiklerini kabul ettiler. Buradan şunu anlıyoruz: İnsanları sokağa dökmek zor değil.

"Hepsi önceden tezgahlanmıştı" demek mi istiyorsunuz?İki yıl önce Müslüman Kardeşler'e bunun bir tuzak olduğunu ve seçimin bir parçası olmamaları gerektiğini söyledim. "Bir adım geri çekilin ve mümkünse karşı güç olarak konumlanın" dedim. Daha önce Batı, Hamas'ı destekleyerek seçimleri kazanmalarını sağladı ama yönetime geldiklerinde de "bakın şu teröristlere" diye hedef gösterdi. Şeffaflık ve demokrasi yeterli değil. Kimin yönlendirdiğine de bakmak gerekiyor. Müslüman Kardeşler hareketini dedem kurdu fakat en başından beri onlara eleştirel yaklaştım. Pek çok hata yaptılar.
“MURSİ İLE KONUŞUNCA HAYAL KIRIKLIĞINA UĞRADIM”

Neydi Mursi'nin hataları?
İlk hatası seçimlere katılmaktı. Seçimlerden önce Mursi ile Oxford Üniversitesi'nde buluştum. Aldığım cevaplar karşısında hayal kırıklığına uğradım. Hala eski retorikleri savunuyor, şeriatı referans gösteriyordu. "Pratikte ne anlama geliyor? Sivil devlet olmalı mı?" diye sorduğumda net cevaplar veremedi.

Şeriat ve demokrasi ilişkisi konusunda kafası mı karışıktı?
Atılacak adımlar ve öncelikler konusunda kafası karışıktı. Fakat bu seçimlerden çok önceydi.

Sonraki hataları?
İktidara geldikten sonra bir hareketi değil devleti yönettiğini kavrayamadı. Sekülerlere, Kıptilere ve kadınlara kucak açmalıydı ve orduyla mücadele etmeliydi. Ayrıca fazla saf davrandı. Ordu hep ön plandaydı. Hükümete iştirak etmem için davet aldığımda beni "sakın gitme, ülkeyi hala ordu kontrol ediyor" diye uyardılar.

Sizi kim uyardı?
Hem İsviçre hükümeti hem de Sarkozy'nin özel danışmanları uyardı. Sözde devrim aslında ordunun bir kanadının Mübarek'i devirerek yaptığı bir darbeydi. Tantavi Mübarek'i devirdikten sonra Sisi geliyordu. Sisi durduk yere ortaya çıkmadı, Amerika'da eğitildi, İsrail ile bağlantıları var. 30 Haziran'dan 3-4 ay önce elektriği ve petrolü kestiler, protestolar başladıktan bir gün sonra geri geldi! Yani perde arkasından Mursi'yi zor durumda bıraktılar. İnsanlar çıkıp şeriat istemediklerini söyledi. Şeriatı kim istedi? Selefiler. Selefilerin arkasında kim var? Suudi Arabistan. Suudilerin arkasında kim var? Tabii ki Amerikalılar!
Ama durumu sadece mezhep kavgası üzerinden açıklamak fazla yüzeysel bir yaklaşım değil mi?
Evet kesinlikle yüzeysel ama işe yarıyor! Esad bir diktatör ve devrilmesi gerekiyor. Ama herkes bunu mezhep çatışması üzerinden okumaya meylediyor. İran, Hizbullah ve Suriye bir yanda, Suudiler, Katarlılar, Mısır ve Türkiye diğer yanda…


SURİYE MÜDAHALESİ MİZANSEN”

Amerika Parlementosu'nun Suriye'ye müdahalesi gündemde...
Müdahale olacağından emin değilim, zaman kazanmak için yapılacak göstermelik bir mizansen de olabilir. Gerçek bir müdahale olursa bu orduyu zor durumda bırakır ve Esad'ı zayıflatır. Bunu yapacaklarını sanmıyorum.
'ESAD AB VE ABD İÇİN MÜKEMMEL BİR DÜŞMAN"
Kaos büyüyecek mi?
Karşıtmış gibi görünen AB-ABD kampı ile Rusya ve Çin arasında "anlaşmamak üzere yapılmış bir anlaşma" bulunuyor. 8 ay öncesine kadar Esad'ı düşman olarak görmüyorlardı. Son 40 yıldır, ne Esad ne de babası İsrail'e karşı hareket etmediler. Esad onlar için mükemmel bir düşmandı; sözden kaçınmayan ama icraatta tamamen pasif... 8 ay boyunca Esad'a içeride reform yapmasını tavsiye ettiler. Şu anda Suriye'de yaşadığımız her şey, Mısır'da yaşananlarla bağlantılı. Fark ettiler ki, canını ortaya koyarak mücadele eden muhalifler aslında Suriye'deki Müslüman Kardeşler.

Peki ya el Kaide?
Selefiler ve radikaller sonradan katıldı. Onları kullanarak İslamcıları etkisiz hale getirmeye çalıştılar. İki hafta önce Le Figaro'da yer alan bir haberden Lübnan, Amerika, ve İsrail ordularının Suriye'deki muhalif güçleri eğittiklerini öğrendik. Müslüman Kardeşleri etkisizleştirmeye çalıştıkları dönemde, radikalleri öne sürerek yeni bir muhalefet yaratmaya çalışıyorlar. İslamcıları ayrıştırıp, Amerika, İsrail ve Avrupa'nın çıkarlarına hizmet edecek bir muhalefet yaratmaya çalışıyorlar.
Bu türden bir muhalefet yaratmaları mümkün mü gerçekten?
Hayır elbette değil. Libya’da yarattılar da ne oldu? Libya’daki geçici hükümetin içinde kimler yer alıyordu? Fransız filozof Bernard Henry Levi, Sarkozy ve Amerikalıların desteği ile bu grubu oluşturdu. Bu da gösteriyor ki her zaman perde arkasından durumu yönetiyorlar.

Henry Levi’den laf açılmışken, Başbakan Erdoğan Mısır Devrimi’nin arkasında onun olduğunu iddia ettiği için eleştirildi. Sizce rol almış olabilir mi?
Perde arkasında olduğunu sanmıyorum çünkü zaten açıkça destekliyorlar. Hangi ülke Mısır ordusuna, “eğer darbe yaparsanız, ABD finansal desteği kesmeyecek” sözü verdi? Elbette İsrail ve Araplar! Suriye’ye küçük bir atak düzenleyebilirler ama Amerika ve İsrail için en iyi senaryo iç çatışmanın devam etmesidir.




"İSLAMCILIĞIN ÇOK DERİN BİR SORGULAMAYA İHTİYACI VAR"
 
Müslüman Kardeşleri nasıl bir gelecek bekliyor? İslamcılık miadını doldurdu mu?
Politik İslam'ın sonunun geldiğini söyleyen düşünürler var. Buna katılmıyorum. İnsanların şüphesi olsa dahi hala önemli politik güçleri var. İslamcılık sona yaklaşmadı fakat çok derin bir sorgulamaya ihtiyacı var. Politik İslam daha az politik daha çok etik olmalı. Entelektüellerin ve siyasetçilerin vizyonu yok.

Batı Müslüman Kardeşleri gözden çıkardı mı?
Mursi darbeden birkaç gün önce, Amerikalıların onu destekleyeceğini zannediyordu ama AmerikalılarMüslüman Kardeşler'i hiçbir zaman desteklemedi. Uzun vadede İslamcıları istemiyorlar, sadece kısa vadede onları kullanıyorlar. İsrail'in çıkarlarını gözetiyorlar. İsrail için Müslüman Kardeşler demek Hamas demek. Hamas demek, direniş demek. Onu ortadan kaldırmak için önce Mübarek'i sonra da Sisi'yi desteklediler.




"ERDOĞAN 'HAYAT FANİ, HEPİMİZ GEÇİCİYİZ' DEMİŞTİ"


Ilımlı İslamı destekliyor ve Türkiye'yi de model ülke olarak gösteriyorlardı. Bundan da vaz mı geçiyorlar?
AK Parti'nin İslamcı olmadığını, Müslüman demokrat olduğunu söylemesi yeni bir söylemdi. Erdoğan, ekonomiyi güçlendirdi ve statükoyu değiştirmek için kendi stratejisini geliştirdi. İsrail ile ilişki kurdu, sınırlarda "sıfır sorun" politikasını benimsedi. Avrupa Birliği'ne girmeye çalıştı fakat Müslüman bir ülke olduğu için reddedildi. Bunun üzerine bakışını Doğu'ya ve Güney'e çevirdi. Anladılar ki onunla uğraşmaları gerekecek

Türkiye'ye bakışınız nasıl?
AK Parti hükümetinin hem iç hem de dış politikada oldukça zekice davrandığını kimse inkar edemez. Orduyla hesaplaşmayı başardılar. Buna rağmen bana Türkiye'yi model olarak gösterebilir miyiz diye soranlara dikkatli olmalarını söylüyorum. Çünkü kişisel özgürlükler, ifade özgürlüğü ve medyanın bağımsızlığı gibi içeride çözülmesi gereken sorunlar var. Bir keresinde Erdoğan, Mübarek'e "hayat fani, hepimiz gelip geçiciyiz" demişti. Şimdi başkanlık sistemi konuşuluyor. 12 yıllık dönüşüm sürecinden sonra kendisine "şimdi gitme zamanı" demesi gerekiyor.
Peki ya Türk dış politikası? Sıfır sorun politikasından değerli yalnızlığa geldik.
Avrupa Birliği ile kurdukları ilişki çok zekiceydi. Orduya karşı AB kartını kullandılar.AB’ye karşı da Çin, Hindistan ve Afrika hamlesini yaptılar. Sınırlarda sıfır sorun politikası  da oldukça zekiceydi. Ne var ki bölgedeki gelişmelerden dolayı bu gerçekçi bir strateji değildi.

Hata yapılmadı mı?
Hayır, bu politikayı başarmak imkânsızdı. Tüm Ortadoğu istikrasızlaştırılırken, çatışmasız bölgeyi nasıl oluşturabilirsiniz ki?